Yer kalmayıncaya kadar evi eve katanların ve tarlayı tarlaya birleştirenlerin vay haline… (İncil:İşaya)
Araştırmaktan vazgeçmeyeceğiz Ve tüm araştırmanının sonunda Başladığımız yere döndüğümüzde Orayı ilk kez tanıyacağız (T. S. Eliot: Küçük Gidding)
KAVRAMSAL SERİMLEME
Sözlükler, sözcelerin ilgili dilsel notasyonlardaki, -üzerinde uzlaşı sağlanmış- anlamsal içerikleri ortaya koymaya çalışır. Bu ülkede, TDK denilen kuruluş, sözcelerin genel uzlaşımsal anlamlarını, kendisinin dayanmaya çalıştığı, “dilbilimsel bağlam süzgecinden” geçirerek yayımlamaktadır. Mekân sözcesinin, hangi anlam bağlamlarında kullanıldığını görmek için, TDK’ya başvurdum. İşte durum;
mekân Ar. mek¥n a. (mekâ:nı) 1. Yer, bulunulan yer. 2. Ev, yurt. 3. gök b. esk. Uzay.(Görüldüğü gibi, mekân sözcesi, kendisini “uzaya” havale etmiş, gidelim bakalım, uzay kendisini nereye havale etmiş)
uzay a. gök b. 1. Bütün varlıkların içinde bulunduğu sonsuz boşluk, feza, mekân. 2. Bütün gök cisimlerinin içinde bulunduğu sınırsız boşluk.(Güncel Türkçe Sözlük)
uzay bk. Boşluk (BSTS / Bilgisayar Terimleri Karşılıklar Kılavuzu)
uzay İng. Space İçinde bir cismin bulunabileceği yerlerin tümünü gösteren kavram, bütün var olanları içinde bulunduran şey. // Felsefenin temel bir kavramı olarak daha eski Yunan atomcularında bile vardır. Bununla birlikte uzayın özü ve gerçekliği bakımından ne olduğu, kendinde bir varlığı olup olmadığı, yalnızca öznel bir şey mi olduğu, nesnelerden önce mi, yoksa onlarla birlikte mi bir gerçekliği olduğu, sonlu mu, sonsuz mu olduğu gibi sorularla uzay, felsefenin en çok tartışılan sorunlarından biridir. Günümüzün felsefe, matematik-doğabilimi ve ruhbilim tartışmalarında değişik uzay kavramları ortaya çıkmıştır:
- Matematiksel uzay: Algılanmaya gereksinme göstermez, yalnızca kavramlarla düşünülebilir, boyutları üçten çok olabilir.
- Fiziksel uzay: Gerçek nesnelerin düzenlenme biçimi.
- Algı uzayı: Algının koşulu.
- Yaşantı uzayı: Somut ben'le ilgili ve kişisel değerlemelerle belirlenmiş.
- Fizikötesi uzay: Bilimlerden önce var olan ve uzay algımızın, uzay yaşantımızın bağlılaşık kavramı. (BSTS / Felsefe Terimleri Sözlüğü)
uzay İng. space Üçü uzaysal ve biri zamansal olmak üzere dört-boyutlu sınırsız sürem. (BSTS / Fizik Terimleri Sözlüğü)
uzay İng. space Bütün gökcisimlerinin içinde bulunduğu büyük oylum. (BSTS / Gökbilim Terimleri Sözlüğü)
uzay İng. Space 1. Çevremizi saran ve sonsuza kadar uzadığı kabul edilen hacim. 2. Üç boyutla tanımlanan bölge.(BSTS / Kimya Terimleri Sözlüğü [II])
uzay İng. space 1. Üç boyutlu öklit uzayı. 2. Dilemsel bir soyut uzay. (BSTS / Matematik Terimleri Sözlüğü)
uzay İng. space gökbilim: Bütün gökcisimlerinin içinde bulunduğu büyük oylum.(BSTS / Uygulayım Terimleri Sözlüğü)
Uzay Köken: T. Erkek veya kadınlara verilen ad (Kişi adları sözlüğü)
Uzay 3. Bir cismin “Uzay” içinde doldurduğu açıklığa o cismin “Hacım” ı denir. Misal : Bir rafta yanyana dizilmiş olan bir kaç kitabın ortasından birini çektiğimiz zaman, o kitaplar arasında kalan açıklığa, çektiğimiz kitabın “Hacım” ı denir. (BSTS / Geometri)
KAVRAMSAL DEĞERLENDİRME
Görüleceği üzere, mekân/uzay sözceleri ya gündelik sağın anlam bağlamında, ya da teknik, çok çeşitli alanların anlam bağlamında terimsel olarak kullanılıp, iş görülmeye çalışılmaktadır. Ahir zamanlarda oluşmuş ve bu güne kadar gelebilen bir ayrım vardır, “gök-yüzü” ve “yer-yüzü”. İnsan denilen, “öncelikle”, ayağının altındakini yeri-yurdu olarak, başının üzerindekini ise, gök-yüzü, feza-uzay alanı olarak görmüştür. Bu “konumlandırma-biçimi”, gündelik hayatın psiko-patolojisinin içine yerleşmiş ve çok da derinliklerinde kök salmış haldedir.
İnsanoğlunun gökyüzü ile yeryüzü arasındaki bu “kesif-ayrım”, önce düşünsel olarak, sonra da edimsel olarak aşılmaya başladığı zamanlardan beri, mekân/uzay kavramı ve kavramın göstermeye çalıştığı kayıplara karışmış, bilim ve felsefe için tam anlamıyla bir “muamma” olup çıkmıştır… Bizler, gündelik hayatın rutini içinde, sürekli çeşitli türden mekânlar, arasında ve üzerinde hareket ede dururken, bilimciler ve felsefeciler çok “hararetli biçimde” bu kavramın neye delalet ettiğini tartışmaya devam etmektedirler.
Bu tartışmalar bağlamında, mekânı, fiziksel gerçeklik düzleminde “var-sayanlar”, var-saydıkları bu mekânın neliği ve nasıllığı konusunda anlaşamamaktadırlar. Bazılarına göre mekân, şeylerle ilişkisinden bağımsız, saltık bir kütlesellik olarak vardır ve şeyler bu kütlenin içinde, üstünde yer alırlar. Yani bunlara göre, hiçbir şey olmasa bile, mekân yine de vardır. Bunlar da mekânın “sınırları konusunda” ihtilafa düşmüşlerdir, bazılarına göre mekân sonludur, bazılarına göre de sonsuzdur.
Bazı düşünürler de mekânı “şey-ile” ilişkisi bağlamında, saltık değil de, göreli bağlamda ele alır. Saltıkçıların aksine, bunlara göre mekân denilen, şeyler dünyası olmadan var olmaz, şeyler dünyasının var olmasıyla birlikte, mekân da, onların “arasında-olarak” var olmaya başlar…
Bazıları ise, mekânı tamamen reddetmişler, bunun bir tür “sanı-doxa” olduğunu dile getirmişlerdir. Örneğin, Parmenides’e göre, sadece ve sadece, her-yeri tıka-basa dolu olan, boşluğa ve dolayısıyla da harekete izin vermeyen, bir varlık vardır, bu varlığın dışında, ötesinde, altında üstünde, yanında yöresinde hiçbir şey yokturdur…
Daha kristalize düşünen bazıları ise, mekânın nesnel gerçeklik olarak değil de, bir tür “mantıksal-yapım”, veya anlağa verilmiş, a priori/önsel bir “görü” olarak var olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Kısacası, bilim ve felsefe insanlarını bu bağlamda uğraştıran sorunsallar şunlardır, mekân fiziki gerçeklik olarak mı yoksa görü/mantıksal olarak mı vardır? Fiziki gerçeklik olarak var ise, bu fiziki gerçekliği nedir, nerdedir ve nasıldır?
KAVRAMSAL KARGAŞAYA DAİR ÇÖZÜM ÖNERİSİ
Aktüel, güncelleşmiş anlam bağlamında mekân kavramı herhangi bir şeyin bulunduğu yere işaret eder. Gündelik dilde, şey bağlamına alınmadan, saltık bir mekândan söz etmek olanaksızlıktır. Bilimciler ve felsefecilerin, çeşitli kaygıları yüzünden, mekânı şey referesinden bağımsız bir biçimde düşünmek ve anlamak istemelerine karşın, dil denilenin gündelik kullanımsal bağlamı açısından böyle bir şeyi düşünmek olanaksızlıktır…
Aktüelleşmiş güncel hayat açısından durum çok da basittir aslında, şey ile mekân arasında bir “görelilik” bağıntısı vardır. Bu bağlamda aldığımızda, gündelik hayat açısından hiçbir şey, saltık, tek başına olarak, ne şey halindedir, ne de mekân-yer halindedir. Ben üzerimde taşıdığım elbiselere göre bir mekânım, elbiselerin durduğu yer, konu mankeni gibi bir durumdayım. Elbiselerime göre bir mekân olan ben, halıya göre bir şeyim, halı bana göre mekân, odanın zeminine göre bir şeydir, odanın zemini, halıya göre mekân, binaya göre şeydir, bina odaya göre mekân, arsaya göre şeydir, arsa binaya göre mekân, mahalleye göre şeydir, mahalle arsaya göre mekân, şehre göre şeydir, şehir mahalleye göre mekân, ülkeye göre şeydir, ülke şehre göre mekân, Dünya'ya göre bir şey işlemi görür, Dünya ülkeye göre mekân, güneş sistemine göre şey işlemi görür, güneş sistemi galaksiye göre şey, Dünya'ya göre mekân işlemi görür, galaksi güneş sistemine göre yer, …… göre şeydir ve bu böylece “ulaşabildiklerimiz” ölçüsünde uzayıp gider…
Bir kurgu örnek üzerinden, yukarıdaki durumu daha da belirgin kılmaya çalışacağım. Evrende sadece ve sadece sizin ve bir de, karşınızda sonuna kadar “idealize”, pürüzsüz, köşesiz, düzlemsiz bir küresel yapının olduğunu varsayınız. Varsayalım ki siz, boyutsuz, kütle ve hacimsiz olarak, sadece ve sadece bir “görü olarak” varsınız. Üstelik küreye baktığınızda, -Dünya'dan Ay'a bakarken örneğin, gördüğümüz ve adına “gök-yüzü” dediğimiz- bir mavilik alanı da yok, yani kısaca boyutsuz olarak siz varsınız ve karşınızda da, -onun haricinde hiç-bir belirtinin olmadığı- bir küre var. Bu durumda, sizin bu kürenin “yerine”, durumuna, hareketli olup olmadığına, ne şekilde, nasıl olduğuna karar verebilmeniz olanaksızdır. Bu küre, büyük müdür, küçük müdür, renkli midir, renksiz midir, boyutlu mudur, boyutsuz mudur
Tek başına, mekândan yalıtılmış olarak şey-denilenin veya şeyden yalıtılmış olarak, mekân denilenlerin, bu “biçimlerde” ele alınıyor olması, bir tür idealize, meta-fizik yaklaşımdır ve dile kullanımsal değil de, anlamsal-tözcü açıdan yaklaşıyor olmanın beraberinde getirdiği bir yanılsama durumudur. Bu gündelik, kullanımsal, “…. göre-noktası” kaybedildiğinde, dilin kullanımsal anlamından çıkılır, soyut-anlamsal düzleme geçilir ve “orada-arayış” başlar, “tek-başına” hiçbir şey var-edilemeyince, bulunamayınca da, ondan sonra başlar işte nelik, nerdelik, nasıllık sancıları. Tam da bu noktada sorun aslında, dil-denilen karşısında insanın “konumlanış” biçimiyle ilgilidir, bu biçimde, dili-yaşamak adına kullanması gereken insan, giderek dilin “sahici-sandığı” anlamlar dünyası tarafından kullanılıyor olmaya başlıyor…
ÇÖKÜNTÜ OLARAK mekân
Dilin kullanımsal işlevi açısında, karşılıklı uzlaşmaya dayalı olarak ortaya çıkan, “uzlaşımsal-çöküntü” noktaları, eğer bu noktadan sonra, belli türeden anlamsal/paradigmal yapılar bağlamında “çerçeve içine” alınıp, “söylemsel-ideolojik” formasyonlara dönüştürülürse, dilsel çöküntü, “kapitone-noktaları” (Lacan) giderek söylemsel, paradigmal çöküntüyü beraberinde getirir ve paradigma içine gireni, -kaçınılmaz olarak- kendi önünde diz-çöktürüp, kendisine ram olmaya zorlamamaya başlar. Sürecin bu şekilde işletilmesinde, giderek mekân kavramı da kendi payına düşeni alır ve bir noktadan sonra, sadece dilsel-kullanımsal bir işlev olan mekân, giderek tahakküm edici, faşizan bir yapıya bürünmeye başlar. Örneğin, toplumsal bağlamda, belli bir insan grubunun yaşadığı mekânı imleyen, “yurt-ülke” gibi kavramlar uğruna can alıp vermek, mekân kavramının giderek fetişistik ve faşizanca bir yapıya büründüğünün gösterenidir. Milliyetçilik anlam bağlamına alınan yurt, vatan, ülke denilenleri savunmaya veya genişletmeye çalışmak, bu noktadan sonra, yaşamı ve yaşam alanını savunmak değil, o ülkedeki egemenlerin “iktidarını” savunmak anlamına gelmektedir ve o ülkenin egemenleri, kendi iktidarının kitlelerce savunulabilmesi için, vatanın, karış toprağı, bir parça kayalığı için, gerekirse o ülke insanının “canını feda” etmesi gerekir. İşin ilginci, böyle diyen egemenler, o ülke topraklarına yönelen bir tehdit olduğunda, simüle yollardan kandırdığı, vatan, millet bayrak aşkıyla yaktırdığı, bu şekilde büyütüp beslediği, zinde güçlerini davullu-zurnalı ritüellerle en ileri saflarda cephe savaşlarına sürerken, kendisi en geride durmaktadır. Savaşın kaybedilme riski belirdiğinde de, tasını-tarağını toplayıp, -fareler gibi- ilk sıvışanlar yine bu iktidar sahipleri olmaktadır. (Farelerden özür dilerim)
Tüm bu söylemsel formasyonların paradigmal-anlamsal çöküntülerinin ötesinde, dilseli uzlaşımsal kullanımı açısından aldığımızda, rahatlıkla şunu söyleyebiliriz, bu Dünya denilen alan biz insanların, -en azından şimdilik- yaşam alanı, yeri-yurdu, evi barkı konumundadır. Dünya dışı alanlarda “gurbet ellere” çıkamadığımız için, henüz bu Dünya'da sıla-özlemi çekmiyoruz. Eğer bu Dünya'yı yok etmez ve giderek bu Dünya alanı bize dar gelmez, nüfus artışı bir şekilde dengelenmeye devam eder ise veya Dünya'dan sıkıldım ben biraz da gidip Mars havası almak istiyorum diyen akl-ı evvel kapitalistler ortaya çıkmaz ise –ki aslında çıkmış durumda, başka yerleşim, tatil alanları aranıyor, gelecek zamanlarda, dolmuş şoförlerinin, “Aksaray, Aksaray, Dolmabahçe Aksaray” şeklinde çığırtkanlık yapması gibi, uzay dolmuşlarının muavinlerinin, “Mars Mars, Jüpiter Venüs” çığırtkanlığı yapması oldukça muhtemel bir durum- Dünya bize ev-sahipliği yapmaya devam edecektir.
“Dünya bizim vatanımız, yurdumuz, evimiz barkımızdır” deyişine, bu da bir tür “dünyasal milliyetçilik” değil mi itirazı “şeklen” gelebilir. Hayır değil, çünkü henüz Dünya dışı bir “öteki-yaşam” yurdu, ülkesi ortaya çıkmadı ve eğer bir gün, Dünya dışı bir göksel varlık üzerinde, bir yaşam-formu ortaya çıkar ise ve bizler bu duruma bağlı olarak, “Dünya yurdu, toprağı”, bu Dünya yurdu, ülkesinin bir karış toprağı için canımı veririm nutukları atmaya başlar isek eğer, işte o zaman bu vurgu, fetişistik ve faşizanca bir yapıya bürünür. Burada da ilginç bir ayrım noktası var aslında, bu deyiş, bir iktidar-yapılaşmasının “söylemi-bağlamında” şekilleniyor ise, fetişistik ve faşizancadır, değilse eğer, bu dünya insanı, bir iktidar yapılaşması bağlamında değil de, topyekûn hep birlikte, bu dünyadaki yaşam olanaklarını tehdit eden, dışsal bir kötü-niyetli düşmana karşı direnmesi, yaşam alanını savunması, fetişistik ve faşizan karakterli değil, “yaşamsal-kaynaklı” bir direniş biçimidir.
DÜNYA'YI KÜRESEL “çöplük” KILMA ÇABASI
İnsanın kökeni sorunsalı bir yana, insan denilen bu yeryüzünde önce, kavmiyetler, klanlar, aşiretler, boylar halinde yaşamaya başladı. Mekânda birbirine yakın olarak yaşayan “grupçuklar”, toprak kavgası yapar halde idiler, bu toprak kavgası giderek ilgili toplumsal birimler arasında ittifakları ve bu ittifaklar da imparatorlukları getirdi. Sanayi devrimi sırasında ve sürecinde giderek yaşam ritim-hız kazandı ve imparatorluk yapıları bu durum karşısında oldukça hantal kalmaya başladı. Burjuva demokratik devrimleri, “ulusçuluk” bağlamında mantar gibi Dünya üzerinde bitiverdi. Bu, ulus biçiminde ve aynı zamanda emperyal olan devletler, pazar, sömürge kavgalarına tutuşmaya başladı ve bu durum bu Dünya'ya, iki Dünya Savaşı'nı yaşatarak, Dünya'yı kan gölüne çevirdi. Marksist istencin etkisiyle, burjuva demokratik devrimlerde olduğu gibi, sosyalist devrimler zinciri başladı ve sonraki süreçte Dünya uzunca bir süre, A.B.D önderliğindeki kapitalist blok ile S.S.C.B önderliğindeki sosyalist blok arasında, soğuk savaşın gerilimi altında yaşadı. Kapitalizmin karşı devrimci hareketleri ve reel sosyalizmin kendi içinde yaşadığı sorunlar, tıkanmalar yüzünden, giderek sosyalist bloğun “önderlik-kurumu” çöktü…
Bu çöküş sürecinden sonra, kapitalizm, sermayeyi küreselleştirmeye başladı. Kendi kanlı-tarihinden ders çıkarabilmiş, uyanmıştı. Dünya nimetleri için egemenler arasındaki “ulusal-savaşlara” gerek yoktu ama diğer gelişmemiş 3. Dünya Ülkelerini denetim altında tutmak ve onlara kendi yardımlarını dayatmak için, bu ülkeler içindeki etnik, dinsel farklılıkları kaşımak, mezhepsel ve etnik çatışmalar ortaya çıkarmak gerekiyordu. Bu sayede, bir taş atarak, sayısız kuş avlama olanaklarını elde ediyorlardı. Hem onların ülkelerindeki, silah üreticisi tekeller, bu kan-üzerinden satış yaparak para kazanıyorlardı, hem de bu “medeni batı” karşısında, medeni olmayan, kavgacı ve gürültücü bir görüntü oluşturuyorlardı. Bu durumda, beyaz-batı avcı kültürünün onlara, demokrasi medeniyet taşıyıcılığı yapması gerekiyordu.
Dünya'nın egemenleri, bir zamanlar egemenlik alanları için savaşır halde iken, zamanımızda iş-birliği yaparak ülkeleri işgal eder hale geldiler, Irak'taki, Afganistan’daki “işgalci güçlerin” adı, “barış kuvvetleri” olarak kondu…
Kısacası kapitalizm giderek bu dünyayı, sermayenin vatanı yapmaya çalışıyor, distopialar, giderek birer utopia olmaktan çıkıyor. Bu süreç bir şekilde engellenemez ise, tüm dünyadaki tüm sistemler, bir avuç uluslar arası egemen güçlerin ve onların yerel-bölgesel işbirlikçilerinin kontrolüne geçecektir.
FLÜKSLER VE TERRİTORYALLEŞTİRME ÇABALARI:
Bana öyle geliyor ki, tüm anlamsal kargaşaların temel nedeni, yine anlamsal dünyaların kendisinden kaynaklanmaktadır. Tüm sözceler dünyası, belli nesnel gerçeklikleri ve onların “yapısal-özelliklerini”, nelik ve nasıllıklarını ve dahi faili kimliklerini “bildirmek için” değil de, sadece ve sadece “kullanmak için” vardır. Bu duruma en uygun sözcelerden birisi de aslında “mekân” sözcesidir. Gibi sözcesinde olduğu g i b i, bu sözce de onun kadar olmasa da, hemen hemen her sözcenin yanına konuşlandırılabilir; çünkü “yeri-olmayan”, ne bir “varlık-denilen”, ne de o varlıkların nitelikleri vardır, sözü edilen her-şeyin, kaçınılmaz ve zorunlu olarak bir yeri vardır, -yerinin bilmesek de, gitmesek, gelmesek de, o yer bizim yerimizdir misali- tanrının bile…
Peki, neden ve nasıl oluyor da, soyut somut, fiziksel meta fiziksel, madde veya olay, olgu bağlamlarının tümü için bir yer-durumunu düşünmeden edemiyoruz… Bu sanırım yine anlamlar-dünyasının doğurduğu kaçınılmaz bir sonuç…
Eğer bir insan, “belli anlamsal içerikler bağlamında”, düşünmek durumunda ise, bu kişinin bazı ön-kabulleri olmak zorundadır, çünkü düşünce ve anlam denilen, geriye-dönüşlü olarak, kendi türediği kaynağı, “sonsuza kadar” götürüp de tüketemez, eninde-sonunda bir yerde sürecini “kesintiye-uğratıp”, orada eğleşmek durumundadır, değilse anlam-bağlamını kapatıp da, belli anlamsal içerikleri olan bir dizgeli yapı ortaya koyamaz.
Genel olarak, anlamın sonsuzca, uçarı yüzer-gezerliğinden ve bunun getirisi olacak olan –anlam dünyalılar için- iç bulantıdan kaçınma, anlam denilenin belirli noktalarda “raptiyelenip” sabite alınarak, “çöküntüye-uğratılmasında” (lacan) olduğu g i b i, mekân denilenin sonsuzluğunda, konar-göçer biçimde, seyr-ü sefa halinde olmaktan korkanların, tez-elden kendine bir yer-yurt edinme isteğinin sonucunda gelir aslında mekân-arayışı ve o mekâna yerleşme ve yerleşik yaşama isteği. Yerleşik yaşama geçme, yerli-yurtlu olma isteğinin gerisinde ise, yaşamsal “flükslerin” insan ve sistem denilene dayatacağı zorlanmalardan kaçınma çabası yatar. Çünkü, yüzergezer ve konargöçer halde olanı denetlemek her zaman zordur. Şimdi Osmanlı’nın konar-göçer” Yörükleri yerleşik hayata zorlaması, (kodlama ve “territoryalleştirme”, deleuze) durumu çağrıştı, Osmanlının onları, konargöçerlikten alı koyarak, yerleşik hayat halindeki “medeni-leş-tirme” çabası sanırım bu kaygılarının ürünü olarak ortaya çıktı. Aynı şekilde, yerleşik olmayan, konar-göçer hallerde yaşayan Çingenelerin, içlerine girdikleri toplumlar, sosyal çevrelerce şüpheyle karşılanmasında da bu türden kaygıların etkisi vardır.
Toplumsal sistemlerin, toplumsal düzeni –iktidarı- sağlamak adına, toplumsal kodlamalardan kaçmaya çalışan “akışkanlıkları-flüksler” kodlayıp denetim altına alma isteği, gayet de açık anlaşılabilir bir durumdur. Toplumsal bağlanmışlığıyla değil de, insan denileni bundan yalıtık olarak aldığımızda bile, aslında insan denilenin, her türden akışkanlık hali ile aşk-nefret birlikteliği türden bir ilişkisi vardır. İnsan denilen bir yanıyla, akıp-gitmek, coşup sel gibi yaşamak isterken, bir yanıyla da “yerleşik, durgun durağan” yaşamak ister. Coşkunca, gümbür-gümbür, homurdanarak akan bir ırmağın kenarında hiç bulundunuz mu bilmiyorum, böylesi bir “akışkanlığın” karşısında insan, korku, endişe ve coşkuyu aynı anda birlikte yaşar… Şimdi bir film sahnesi çağrıştı, adını unuttum, evlenmesi gereken bir erkeğin, evlilik durumunun her aktüelleşmesinde, ona koşut olarak imgeleminde şöylesi bir “sahne canlanıyor”, dolu dizgin koşan atlar var, o muhteşem kasları ve yaşam-doluluğunu belirten halleriyle, ter, koşu, nefeslemeler, kasların devinimi ve tüm bu harekete doğru fırlatılan bir “kement”… İşin ilginci, -Şahane Bekâr diye bir filmdi galiba- erkeğin çok da sevdiği ve evlenip birlikte bir “mekân-yuva” kurmak istediği bir kadın var hayatında, kadın evlenme teklifi bekliyor artık ve adamın aklına her evlenmesi gerekliliği geldiğinde, bu sahne canlanıyor kendiliğinden…
İnsan neden bir “ürküntü-ürperti” duyar akışkanlıktan, bir yanıyla onu isterken, diğer yanıyla neden korkar ondan? Bu durumu “kodlamaya çalışmak” pek kolay olmasa da, şöyle diyesim geliyor; yaşamla ölüm antagonizması sanırım burada da devreye giriyor, bir yanımızla, yaşamak sabitesi içinde, bu sabite hiç bitmeyecek, sonlanmayacakmış gibi, coşkunca, deli-dolu yaşamak isterken diğer yanımızla, bu sabitenin içindeki gürül-gürül akmaya çalışan enerjiden ürküyoruz, çünkü her değişim, dönüşüm, hareket hali aynı zamanda bizim için bir “ölüm-çağrıştırıcısı” halini alabiliyor…
Aslında bu yorumsama fazlaca “psiko-analitik” oldu, sanırım süreç bu denli de bilinç dışlarında işlemiyor, bir yanda yaşam-istenci -ki bu istenç her zaman deli-dolu durumdadır- diğer yandan da bize dışarıdan dayatılan, simgesel dünyanın hizaya sokucu kalıpları… Durumumuz aynen şuna benziyor, çocuk okula başladığında, “hizaya-girmekte” zorlanır, sırada uzun süreli oturmakta zorlanır, o sadece kıpır-kıpır hareket etmek ister, oysa içinde bulunduğu kurumun kendi işletim sistemini yürürlüğe sokabilmesi için, onun bu kıpır-kıpır akışkanlığının, kurumsal düzene entegre edilmesi, onun “yerinin-yurdunun”, oturduğu sıranın ve oturma biçiminin ve zamanlarının “belirlenip”, yerli-yurtlu hale getirilmesi gerekir. İşte böylelikle başlar çatışma, bir yanda vahşice, gem-almaz, etmez, dinlemez yaşam isteği, diğer yanda bu coşkuya gem-vurarak onu dizginleme çabası…
mekânLARIN GİDEREK İDEOLOJİZE EDİLMESİ ÇABASI,
Bir zamanlar evli-idim. (Türkçe'deki, birlikte-yaşama isteğinin “evli-lik” şeklinde kod altına alınması, aslında tam da, toplumsal sistemin –iktidarının- kişileri evlendirmek istemesinin gerisinde yatan kaygılarla örtüşmektedir) Sosyal ilişki ağım, giderek bu konuma göre şekillenmeye başladı, bekârken var olan ağ dağıldı, yerini yeni biçim ve içerikler almaya başladı. Sonra gel zaman git zaman, birlikte yaşadığım, hayatı paylaştığım insanla, ilişkinin “evlilik-bağlamı” ortadan kalktı. O sıralarda şunu gözlemlemiştim, ben tekrar bir bekâr haline geldiğimde, buna bağlı olarak, evliyken oluşan sosyal ilişki ağı da dağıldı. Öyle ya, onlar “evli-barklı”, ben ise onların konumuna göre, daha “akışkan-durumdaydım”, benim bu akışkan durumum, onların “konumluluğuna”, territoryalleşmiş hallerine göre, “belirsiz, kod altına “alınamayacak bir durumdu ve onlar da bunun gereğini yapıp, benimle olan ilişki biçimlerinde gereken değişiklikleri yapma, ilişkiyi “bekâr-evliler” kodlamasına göre, yaşamaya başlamışlardı.
Görüldüğü gibi, belli iktidarlar bağlamında şekillenen toplumsal yapılanmalarda toplumsal ilişkiler, iktidar kaygıları doğrultusunda üretilen ve tanımlanan “mekânlara” transfer edilmekte ve oralarda denetim altında tutulmaya çalışılmaktadır. Bu durum şuna benziyor, dünyaya yeni gelen bir çocuk var ve bu çocuk, toplumsal kural, değer, yasak, norm –kısaca toplumsal kodlama biçimleri- nedir bilmiyor, önüne geleni kırıp-geçiriyor. Aslında bu noktada ortaya çıkan sorunun çözümü çok da basit bir hamle ile halledilebilir durumdadır, o haşarı-yaramaz çocuğu, var olan mekânın durumuna göre davranmaya zorlamaktan vazgeçip, mekânı o çocuğun durumuna göre düzenlemek, örneğin onu, “köşeli nesnelerin” veya nesnelerin olmadığı, tabanı yumuşak bir şeylerle kaplı olan bir odaya bırakmak, kısaca onun “hareketliliğini-akışını” engelleyecek unsurları o mekânda bulundurmamak.
Buradaki ayrım noktası, oldukça “hayati-önem” taşıyor ve şöylesi bir ikilemi içeriyor, hayatı- çocuksu coşkuyu- üretilmiş mekâna mı uyduracağız, yoksa mekânı hayata –çocuksu akışkanlık- göre mi düzenleyeceğiz… Hangi “kururlu-düzen” bunu başarabilecek kapasitededir? Hangi düzen bu kaygı doğrultusunda yapılaştırılabilir?
Mağaralardan şehirlere, metropollere, gök-delenlere doğru süreğen ve sarmaş-dolaş evrilme ve devrilme sürecinde, insanoğlu, kendisini dış denilen dünyanın zarar verici fiziksel etkilerinden korunmak adına kendisine hep barınak yapma ihtiyacı duymuştur. Bu barınaklar insana en temelde “yaşam-mekânları” sağlama işlevini yüklenmiştir. İnsan en fazla –varsa eğer- kendi evinde kendi-kendisiyle baş başa kalabilir. Evin dışına çıkan insan, hep ve sürekli “tetiktelik” halindeki bir kasılma-gerilim halini yaşar, dönüp evine gelince de, kendisini salar. Ev denilen, dış tehditlerin, tehlikelerin sıfırlandığı değil ama tehdit edici risklerin azaldığı alandır ve bu azalma oranında insan kendini bırakır. Kasarak, gererek ve gerilerek yaşamak, insanda nevrotik ve psikotik sorunlara yol açar.
Başlangıçta, evinin-mağarasının dışına çıkan insan, dış dünyanın sadece fiziksel tehditlerini ve bunun getirdiği gerilim halini yaşıyordu. Sonraki süreçlerde, kültür ve uygarlık denilen yapıların ortaya çıkmasıyla birlikte, dış dünyanın fiziksel tehditlerinin yanına, bir de kültürel tehditler eklenmeye başlandı. Evinin dışındaki, kentin mekânına çıkan insan, o mekânda toplumsal-kodlamalar doğrultusunda hareket etmek durumundaydı, örneğin bir çocuk-gibi seke-seke yürümek istese bile, içinden bu gelse bile, bunu içinde-tutmak veya içine yutmak zorundaydı… Bu bağlamda, kasma, kasılma gerilim halleri, hem niceliksel hem de niteliksel olarak arttı ve çoğaldı. Buna bağlı olarak da, nevrotik ve psikotik süreçler…
Toplumsal kodlar, “gizli-ben” olarak, insanın içini mekân eyledi ve insan bu kodlamalar bütününü “kendisi-sandı”. Artık ben-likler, toplumsal kontrol mekânizmalarının “mekânı-haline” gelmiştir. Getirilen bu haliyle insan asla barışamadı, barışamaz da, çünkü onun istediği bu değildi. Böylelikle insan, “bütünlüklü, çok da normalmiş” gibi görünen bir şizoid yapı haline geldi. Bu yapı-da “ters-gösteren” olarak, kendisini nevroz ve psikozlarda açığa vurdu, vuruyor ve vurmaya da devam edecek.
Başlangıçta, “yaşamak-adına” ve onun için oluşan mekânlar, giderek birer iktidar-taşıyıcısı haline geldi. Kentler, kentlerdeki sokaklar, mahaller, evler, evlerin mutfağı, banyosu, oturma odası v.s tüm unsurları, dikey-hiyererşik iktidar yapılarının, bire-bir simetrisi olarak konumlandırıldı.
Hatta en ileri düzeyde ve en temelde şu bile söylenebilir, “varlık-denilen” ve bunun ilgili mekânı, “söylem-taşıyıcısı” olarak üretilmek zorunda kaldı ve “çıban-başı” burada oluştu. Kâinattan galaksiye, galaksiden güneş sistemine, güneş sisteminden Dünya'ya, Dünya'dan ülkeye, ülkeden şehre, şehirden ilçeye, ilçeden mahalleye, mahalleden eve, evden odalara doğru çekilme-büzüşme süreçlerinde, bu yaratılan-üretilen mekânlara benzemeye başladık giderek ve bizle birlikte tüm hayatlarımız, birer “konu-mankeni” halini almaya başladı, evlerimizdeki “misafir odaları” gibi, biz de Dünya'nın ve hayatın içinde misafirmiş gibi yaşamaya başladık, -yüzsüzce- bir saygılılık eşliğinde, ezik-büzük, çekingen ve “mahcup”. Oysa bu dünyada, misafirmiş gibi değil de, kendi evindeymişçesine, sere-serpe yaşamak vardı hayatı.
Ne yazık ki, “Çingenelik” de kalmadı artık, “Çingeneler de” yerleşince… Bu bağlamda sanırım yapılması gereken şey, bu dünyada bir “Çingenelik-direnişi” başlatmak… Egemenlerin parsel-parsel eyledikleri bu dünyanın, duvar-sınır noktalarına abanıp, dünyadaki hayatı ve mekânı “konar-göçer, yüzer-gezer” hale getirmek çabası içine girmek… Bize zincir vuran o “çılgınları”, yine bize vurdukları zincirleri kullanarak çılgına çevirmek ve hep bir ağızdan, ağız-dolusu, avaz avaz bağırmak;
“Bizler birer Dünya vatandaşıyız ve ülke, şehir, alan, cadde sokaklarıyla birlikte, işgal altında tuttuğunuz tüm olası mekânlar bizim, şu andan itibaren, bizler tüm Dünya'yı istiyoruz, sınırlarınızı kaldırın…”
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder