BEDEN: ESTETİKTEN ARZUYA


Gökçen YAŞAYAN

Beden ruhun mezarıdır. (Platon)
Bedeniniz, Kutsal Ruh’un mabedidir. (St. Paul)
Beden bir makine olarak tanımlanabilir. (Descartes)
Ben şu anda ne isem bedenim odur... Ben bedenimim. (Sartre)
Beden ile olan ilişkimiz yüzyıllar boyunca değişmiştir ve farklı fiziksel, simgesel, sosyokültürel, vs kodlar altında ele alınmıştır. Bugün pek çok başlık altında tartışılmaktadır:
  • Spesifik fiziksel karakteristiklerin vücut imajında, kişilerarası iletişimde, psikososyal alanlarda etkileri (vücut ölçüleri, çekicilik, görünüşe bağlı diğer konular)
  • Kültürler arası vücut imaj farklılıkları (çapraz kültürel ve etnik çalışmalar)
  • Sağlık alanında fiziksel görünüş ve vücut imajının etkileri (Kozmetikler, estetik cerrahi, nöroloji, dermatoloji gibi)
  • Vücut imajına bağlı olan rahatsızlıklar (Yeme bozuklukları, sosyal fobi gibi)
  • Vücut imajı ile davranış durumları arasındaki ilişki
  • Kuramsal alan (Davranışsal, bilişsel, fenomenolojik, psikodinamik, 
  • sosyokültürel, feminist kuramlar gibi)


 Tarihe baktığımızda, Antik dönemde bedenin yüceltildiğini görüyoruz. Tanrıların ve tanrıçalarının gücü ve mükemmelliği, bedenlerinin kusursuzluğuyla simgeselleşmiştir.

Hedonizmin kurucusu Aristippus’a göre bedensel zevkler, akli zevklere göre daha tatmin edicidir.

Sokrates’e göre ise beden, ruhun hapishanesidir. Ruh beden içinde yardım alamayan mahkûmdur, ellerinden ve ayaklarından bedene zincirlenmiştir. Beden ve ruh sadece “ayrı” değildir, aynı zamanda zıttırlar ve eşit değillerdir. Ruh, bedenden üstündür, beden ruhun ancak gölgesi olabilir. Bu yüzden de ölümden korkmaz. Ölüm ruhun bedenden özgürleşmesi olarak ele alınır, böylece hapishaneden kurtulup ölümsüz olur.

Sokrates, Platon ve Aristoteles’in düalizm açılımları, yüzyıllarca beden algısını belirleyen kavramların başlangıç noktasıdır. Beden ortaçağ boyunca aşağılanmış, çilecilikle ve katı kurallarla bedeni zevklere, bedenin önemsenmesine olumsuz bakılmış, bu konuda katı kurallar konulmuş ve uymayanlar cezalandırılmıştır.

Kızılçelik yazısında şöyle der: “Büyük Gregorius bedeni, “ruhun şu iğrenç giysisi” olarak adlandırmıştı. Saint Louis Joinville ise bedene dair şöyle demişti: “İnsan öldüğünde şu beden cüzamından kurtulur”. Yine, Ortaçağ insanlarının örnek aldığı keşişlerin çile uygulamalarında da beden sürekli aşağılanan bir şeydi. Bilindiği üzere, ermişler için kir büyük bir erdemdi. Ortaçağın dinsel motifleri ve manastır kuralları, banyo ve temizlik bakımlarını, lüks ve rehavet kabul ederek en aza indirmişlerdi”.

Rönesans’la beraber beden tekrar keşfedildi. Botticelli, Leonardo da Vinci, Michelangelo, Raphael ve Titian bedeni tekrar “güzel” olarak tasvir ettiler. Güzellik, ruhani iyiliğin yansıması olarak ele alınmaya başladı. Beden artık bir düşman yerine güzel, iyi, kişisel ve öznel gibi kavramlarla anılmaya başlandı. Rönesans, ortaçağdaki bedene ait görüşlerin tamamen yerini almadı. Ignatius Loyola (1491–1536) bu dönemde yaşamıştır ve Spiritual Exercises adlı kitabında kendimizi terbiye etmemiz gerektiğini söyler. Yemek ve uykudan vazgeçmek, bedene (demir zincirler ve benzeri acı veren aletlerle dövmek) acı çektirmek, bu “terbiye etmek” kavramının kapsamındadır.

Modern felsefenin babası sayılan Descartes, bedeni bir makine olarak ele alır. Etten ve kemikten yapılmış bir makinedir beden. Ayrıca bedeni bir saat olarak da düşünür; zekadan yoksun çalışan bir saat.

Descartes’e büyük bir eleştiri Spinoza tarafından gelmiştir. Liebniz’e yazdığı mektupta şöyle der: “Descartes akıldan başladı. Ben tanrıdan başladım.”

19. yy.’da beden üzerine tartışmalar farklı alanlarda Feuerbach, Marx, Darwin, Nietzsche ve Freud tarafından yapılmıştır.

Marx ve Engels işçilerin vücutlarının yok olmasını, makineleştirmesini ve hayvanlaştırılmasını araştırdı. Kapital Vol.1’de Descartes’in işçinin bilinçli olarak 'Makinenin bir eki olması'nı asla tasarlamadığını yazar (Marx ve Engels, 1967:87). 'İşçinin, bir makinenin düzeyine battığından beri, o, bir yarışmacı olarak makine ile karşılanabilir'. Ve 'İşçi için çok çalıştırılmak ve zamansız ölmek kaçınılmaz sonuçtur, ' (Marx, 1964:69,68). Vücutlar, kullanıldıktan sonra atılabilir (disposable) varlıklardır.


Charles Darwin sosyal bir perspektiften ziyade bir biyolojik perspektiften insanları hayvanlar olarak niteledi. Evrimden bahsedip atalarımız olarak hayvanları işaret etti. Darwin insanların sadece diğer hayvanlardan evrimleşen olan hayvan olmadığını, hala vücutlarımızın evrimleştiğinden bahsetti. Darwin çok etkili olarak, Viktoryen değerleri alabora etti, artık akıl, vücutla ve diğer hayvanlarla bağlatılandı. Darwin’den sonra Platon’dan Descartes’e uzanan dönemdeki ikili yapılar olan akıl/beden, insan/hayvan, üst/alt gibi ayrımlar sadece reddedilmedi, hatta bazı kabuller tersine döndü.

Friedrich Nietzsche de bedenden bahsetti. Hıristiyanlığı ve Hıristiyanlığın beden ideolojisini reddetti. Böyle Buyurdu Zerdüşt’ün “Bedeni Küçümseyenler Üstüne” adlı bölümünde şöyle der:

Bedeni küçümseyenlere seslenmek istiyorum. Bildiğinizi değiştirmeyin ve bana yeni bir şey öğretmeyin, yalnız vücudunuza hoşça kal deyin yani susun. “Ben beden ve ruhtan ibaretim.” Böyle der çocuk. Neden çocuklar gibi konuşmamalı? Fakat uyanık ve bilgin adam şöyle der: “Ben tamamen bedenden ibaretim. Başka hiçbir şeyim yok. Ve ruh ancak bedende olan bir şeyin adıdır.” Beden; büyük bir akıl, tek hedefli bir çokluk, bir savaş ve bir barış, bir sürü ve bir çobandır. Kardeşim, senin küçük aklın da bedeninin bir parçasıdır. Ruh dediğin şey, bedeninin büyük aklının bir parçası ve oyuncağıdır. “Ben” diyorsun ve bu kelime ile gururlanıyorsun. Fakat bundan daha büyüğü ki, sen ona inanmak istemezsin. Bedenin ve onun büyük aklıdır. O, “ben” demez. Fakat “beni” oluşturur. Duyunun hissettiği, aklının anladığı kendiliğinden bir sonuç vermez. Fakat duyu ve ruh her şeyin amacı olduklarına seni inandırmaya çalışırlar. O kadar kibirlidirler. Duygu ve ruh, alet ve oyuncaktırlar. Bunların ardında asıl varlık vardır. Bu varlık; duyguların gözü ile arar, ruhun kucaklarıyla dinler. Bu varlık sürekli arar ve dinler.

Nietzsche vücudun üzerinde aklın üstünlüğünün geleneksel tanımını çevirir. Böylece insanların ayırıcı özelliği, artık akıl değil, bedenidir.

Sigmund Freud, psikolojik olguların, fiziksel olgulara döndürülebildiği, histeri ile ilgili çalışmalarında gösterdi. Vücut ve akıl, birdir. Ruhsal durum analiz edildiğinden itibaren, somatik bulgular kaybolur. Böylece terapinin başarısının göstergelerinden biri de bedendir. Bu yaklaşım, geleneksel Kartezyen düalizmindeki zihin-beden ayrılığının başka bir açıdan daha sorgulanmasına da neden oldu.


1900’lü yıllardan sonra ekonomi, sağlık, siyaset vb. alanlarda Kartezyen düalizmin zayıflaması, bedene yeni bakışın günlük hayatta yansımalarına neden oldu. Nü çalışmalar, güzellik yarışmaları, güneşlenme, dans, Hollywood filmlerindeki güzel kadınlar ve yakışıklı erkekler günlük hayatın parçası olmaya başladı. Süpermen 1933’de hayatımıza girdi. (Bkz. İlk Süpermen)

Bedenin algılanması değişti. Tıptaki ve sanayideki eşzamanlı gelişmeler, tıp camiasında bedenin “bir tür organik makine” olarak da değerlendirilmesini sağladı.

1943’de Sartre şöyle der: “Ben şu anda ne isem bedenim odur... Ben bedenimim.”. Bu cümle, Descartes’in “Düşünüyorum, öyleyse varım” sözüne taban tabana zıttır. Varoluşçu yaklaşım insanların yaş, cinsiyet, ırk gibi nedenlerle yargılanmasının politik ve pratik nedenlerle yapıldığını, bedenin aynı zamanda politik bir nesne olduğunu ortaya koymuştur. Hitler döneminde bedenin politik nesne olması oldukça göz önündedir, “saf ırk”a ulaşmak amacıyla pek çok beden katledilmiş, sakat bırakılmıştır. Dolayısıyla kişinin kendi bedenini sevmesi ya da nefret etmesinde, kısaca kişinin bedeniyle ilişkisinde politik unsurlar oldukça belirleyicidir.

Bunun dışında günlük hayatta binyıllardan beri her kültürde ölü bedene saygıyla davranılır. Törenler yapılır. Ölümden sonra kalan beden, kişinin simgesidir. Kişilerin ölümlerinden sonra da bedenleri üzerinde hakları vardır. Kadavralar üzerindeki çalışmaların zorluğu, bu nedenledir.
Beden bilimin ilerlemesiyle artık “tekrar tasarlanabilen” plastik ve biyonik bir nesne olarak tekrar inşa edilmiştir. Plastik ameliyatlar ile beden artık “verilmiş” değildir, “seçilmiş”tir. Kalple ilgili materyaller, titanyum kalçaları, polimer damarları, elektronik göz ve kulak, silisyum lastik derileri ile beden biyonikleşmiştir de. Diyaliz makinelerine, yapay akciğerlere, yaşam destek sistemlerine bağlıyız. Beden parçalarımız artık organ nakilleriyle yer değiştirebilir. Beyin öldüğü halde bile beden canlı tutulabilir. Klonlama teknolojisi artık durumlar daha da karmaşıklaşabilir.


Canetti Beden-iktidar ilişkisini ele alır. Kitle ve İktidar (s: 350) adlı yapıtında şöyle der:
Kaçış dönüşümleri, yararsız oldukları hissedildiği için terk edilince melankoli başlar. Melankoli durumundaki bir kişi kovalamacanın bittiğini ve çoktan ele geçirildiğini hisseder. Kaçamaz, yeni metamorfozlar bulamaz. Girişimde bulunduğu her şey boş çıkar; kaderine razı olur ve kendisini bir av olarak görür; önce bir av olarak, sonra yemek olarak ve son olarak da leş ya da dışkı olarak. Kendi kişiliğini giderek daha da değersiz kılan kıymetten düşme süreci mecazi olarak suçluluk duygusu diye ifade edilir... İnsan birine borçluysa o borcun büyüklüğü kadar o kişinin iktidarı altındadır. Kendini suçlu hissetmek ve bir av olarak düşünmek böylelikle temelde aynı şeydir. Melankolik insan yemek yemek istemez ve yemeği reddetme gerekçesi olarak da bunu hak etmediğini söyleyebilir. Ama asıl neden kendisini yenmiş hissetmesidir; yemeğe zorlanırsa bunu hatırlar. Kendi ağzı kendisine doğru döner; sanki önüne bir ayna tutulmuştur ve bu aynada kendi ağzını görmüş, bir şeyin yendiğini görmüş gibidir. Ama bu bir şey kendisidir. Her zaman yemiş olmanın cezası birdenbire ve kaçınılmaz bir biçimde önüne çıkar. Yenen bir şeye dönüşüm bütün kaçışı sona erdiren son dönüşümdür. Bu dönüşüm, hangi şekli alırsa alsın, yaşayan şeylerin kaçmasını önleyecektir.



İktidarın bedenle ilişkisi son derece eski ve dayatmacıdır. İktidar, önce kişinin kendi bedeni üzerinde iktidar kurmasıyla başladı. Kendi bedeninde iktidar kurabileceğini kavramak, diğer bedenler üzerinde iktidar kurulabileceğinin işaretini taşır. Ele geçirmek, yakalamak, kavramak günlük hayatta aynı zamanda bir iktidarı işaret eden sözcüklerdir, aynı “kendini başkasının ellerine bırakmak”da olduğu gibi. İktidarın araçlarından olan şiddetin en eski formu elle yapılır; vurulur, ezilir vs. Bugün “kendi bedeni üzerinde söz sahibi olma/olmama” durumu pek çok platformda ele alınabilir. Bu soru şunu da düşündürüyor: Bedenimiz hakkında kendi kararlarımızı verdiğimizden nasıl emin olacağız?

Bedene dair söylemler en çok namus, bekâret gibi cinsellikle ilgili konularda göz önünde olmakla birlikte, geleneksel söylemlerden uç feminist söylemlere, eşcinselliğe, şiddete, siyasete, ekonomiye, sosyolojiye, reklâmlara, modaya kadar pek çok konunun gündemindedir.


Kişinin bedeniyle ilişki yolları çeşitlidir ve şunları kapsayabilir: Kendi bedeni üzerindeki haklar açık ve doğrudan, sisteme ya/da sistemin sözcüsüne teslim edilebilir veya bedenin bu açık teslimine karşı çıkılabilir. İkincisi, sistemin silahlarını kuşanarak sistem sözcüsünün haklarına karşı çıkmak, böylece kendi bedeni üzerinde söz sahibi olmak için sistemin gönüllüsü olmak ya da bu teslim alan-teslim alınan ilişkisine daha radikal bir tepki koyup bu oyunun dışına çıkmaya çalışmak ve bu eylemin zorluklarını göğüslemek (ki bu zorluklar bedenin zarara uğraması ve hatta ölümü gibi yine bedeni hedef alan iktidar alanında olabilir) ya da sisteme dahil oluyormuş gibi yapıp aslında olmadığına inanmak ve böylece karşı çıkmanın zorluklarını da devre dışı bırakmak şeklinde olabilir. En son bahsettiğim pasif direniş, pasif bir kabul olarak değerlendirilebilir mi, düşünülmelidir

Kurumsal yapılanmalarda yine beden ön plandadır: Hapsedilme, kırbaç yeme, yakılma gibi bedensel acılar söz konusudur. Evlilik kurumu yasalarla yüceltilir ve toplumsal olarak kabul edilmeyen bedensel eylemler yasalarla cezalandırılır. Sistem aynı zamanda bedeni farklı şekillerde de kullanır.  Görselliğin oldukça ön plana çıktığı bu zamanlarda, beden artık pazarlanabilir bir şeydir ve beden üzerinden arzularımızı satın alırız. Reklâmlarda, modada bu elle tutulabilecek kadar açıktır. Kadınlar tarafından arzulanan o adam olmak için o arabayı satın alır, muhteşem fiziğe sahip o kadın olmak için bu elbiseyi satın alırız. Aldığımız o ürünle birlikle reklâmdaki imgeye sahip olma yanılsamasını yaşarız. “Artık Zeus benim”.

Beden aynı zamanda aidiyetimizin altını çizmek için de bir araçtır. Bıyık ve sakal varlığı/ yokluğu ve biçimi, saçların sarı mı yoksa diğer renklerde mi olduğu, dövmeler, piercing, giysilerin biçimleri ve renkleri ilk bakışta karşımızdaki kişinin kim olduğu hakkında karar vermemizi sağlar: Metalci midir, solcu mudur, geleneklerine bağlı mıdır? Hangi sosyal kesimdendir, kendini nereye ait hissetmektedir? Beden ile aidiyetimizin sınırları nereye kadar çizilebilir ve ait olunan konumu bu kadar görünür kılmak gerekli midir, düşünülmelidir.

Kaynaklar
Synnott, A., The Body Social: Symbolism, Self and Society, Routledge, 24-36, 1993
Nietzsche, F., Böyle Buyurdu Zerdüşt, Çev. Deniz Saraç, Kapadokya Yayınları, 28, 2002
Canetti, E., Kitle ve İktidar, Çev: Gülşat Aygen, Ayrıntı Yay., 2003
Prof. Dr. Sezgin Kızılçelik, Küreselleşme, Beden ve Şizofreni, C.Ü. Tıp Fakültesi Dergisi 25 (4), 2003 Özel Eki
Cash, T.F., Body İmage: past, present and future, Elsevier, Body Image 1 (2004) 1–5
Görseller

Sayı 12 Yıl 2009


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder