Dil ve Felsefesi (3)

DİL FELSEFESİ
Dilbilgisi, dilbilim, göstergebilim, metinbilim v.d.nin dille ilişkisine genel olarak değindik. Peki dil felsefesinin dile yaklaşımı ve andığımız disiplinlerden farkı nedir?

Aslında felsefe ve dilbilimciler aynı olguyu konu edinmişlerdir: Dil. Fark, felsefece düşünmenin yönteminden kaynaklanmaktadır. Felsefeci “tüm doğal dillerde ortak olan, dil fenomenine ait öğelerin apriori tasvir edilmesi amacını güder.” (Altınörs, 2003:14)

Dil ile felsefe ilişkisinde, birbirine çok yakın felsefece yaklaşım tarzlarındaki farkları da özet olarak görelim:
Kaynak: (Altınörs, 2002)

“Dil felsefesinin ilgilendiği konular nelerdir?” sorusunun yanıtını “Felsefe Sözlüğü” deki geniş yaklaşımla verelim:
En genel anlamda, bir bütün olarak dilin kökenini, yapısını, özünü ve doğasını, kapsamını ve içeriğini inceleyen;
Farklı diller arasındaki köken ve yapı bakımından ortak özellikleri araştıran;
Bilim dili, şiir dili, matematik dili, bilgisayar dili, beden dili diye adlandırılan değişik söyleme olanaklarını çözümleyen;
Anlamın, anlamlı ifade ile anlamsız ifadeyi birbirinden ayıranın ne(ler) olduğunu ortaya koyan;
Dildeki anlamın nasıl oluştuğunu, anlamların dilde nasıl dolaştığını, nasıl iletildiklerini, nasıl anlaşıldıklarını betimleyen;
Kavramlar ile kavramsallaştırmalar, sözcükler ile nesneler, tümceler ile olgu ya da olgu bağlamaları arasındaki ilişkiye odaklanarak, dil ile gerçeklik arasındaki ilişkinin nasıl kurulduğunu açıklayan;
Dil yoluyla iletişimin nasıl ve hangi koşullar altında olanaklı olduğunu,  özellikle dilin simgeselliğine yoğunlaşarak betimleyen;
Dilin sözdizimi, pragmatik (edimbilim / kullanımbilim), anlambilim, göstergebilim, retorik gibi dil görüngüsünün kavranmasında belirleyici konumda bulunan boyutlarını araştıran;

Dilin insan yaşamındaki yerini ve önemini, başta genel felsefe anlayışımıza ilişkin içerimleri olmak üzere, bütün yönleriyle dizgeli bir biçimde ele alan felsefe dalı.
Felsefe Sözlüğü- A.Baki Güçlü; Erkan Uzun; Serkan Uzun; Ü.Hüsrev Yoksal-Bilim ve Sanat Yayınları.

Dil Felsefesine oldukça geniş alan açan bu tanımlamayı gördükten sonra, özellikle “anlam” sorununa vurgu yapmamız yerinde olacaktır.  Dilbilimciler, göstergebilimciler ve dil felsefecileri’ni buluşturan,   “Anlam Nedir?”  sorusu, “Göndergenin,  dilsel ifadenin anlamıyla ilişkisi nedir?” sorusuyla birlikte zihinleri meşgul etmeye devam etmektedir. 


Dil Felsefesi Tarihçesi:

Herakleitos’un “logos” kavramı, günümüzde de tartışılan temel dil felsefesi konularından birini içermektedir. Kavram, dil-düşünme-varlık arasındaki ilişkiyi içermektedir.
Demokritos’a göre, sözcükler, insan doğasından kaynaklanan ve ait olduğu doğal yapıyı yansıtan imlerdir.

Epikuros, dilin, sözcüklerin kaynağının doğa olduğunu varsayar.
Sofistler genel tutumlarına paralel olarak, dili insana özgü bir gerçeklik olarak ele alırlar.
 Dil felsefesi tarihinde, dile ilk sistematik yaklaşımı Platon’da görüyoruz. “Kratylos” diyaloğunun temel sorunsalı, ad verme ve adların doğruluğudur. Platon bu diyaloğunda “adlar ile onların adlandırıldıkları şeyler arasındaki ilişkinin doğal mı, uylaşımsal mı?” olduğunu tartışır.
Dile dilbilgisel ve mantıksal yaklaşan ilk filozof ise Aristoteles’tir. Aristoteles ayrıca dilin etik kullanımı üzerinde de durmuştur.
Ortaçağ boyunca “dil sorunları” başlıca tartışma konularından biridir. Tümellerin, dil-düşünme-gerçeklik ile ilişkisini sorun eden düşünürlerin teolojik kaygısını da vurgulamalıyız.

XVII.yy.
Descartes, insanı taklit ederek oluşturulacak hayali makineler ile insan arasındaki farkın, en önemli ölçütlerden birinin konuşma olduğunu belirtmiştir.
Leibniz, matematiksel işaretler gibi, simgelerden oluşmuş ideal bir dil peşine düşmüştür. Bu ideal dil arayışının arkasında, düşünmemizin doğruluğunu güvence altına alma kaygısı vardır.
Dil düşünce ilişkisi bağlamında  ideal bir dilbilgisi oluşturma gayretine “Port Royal Okulu”ndan söz ederken daha önce değinmiştik.

XVIII.yy.
J.Lock’un, “İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Deneme” adlı yapıtında, sözcükler ile idealar  arasındaki ilişkiye yer verilmiştir. Lock’a göre sözcükler, zihindeki idelerin yerini tutan anlamlı imlerdir.
“Daha çok dil-zihin ilişkisini sorgulayan bu dil-anlam kuramına göre, dil, insanın, görünmez zihin içeriklerini başkalarına aktarmak için kullandığı görünür işaretlerden başka bir şey değildir. Dilde kullandığımız en küçük anlamlı anlatımlar olan sözcükleri zihnimizdeki  idelerin/kavramların yerine, bu sözcüklerden oluşan tümceleri de kavramları birbirine bağlayarak oluşturduğumuz düşüncelerin yerine kullanırız. Hangi dilsel anlatımların hangi kavram ya da düşüncenin yerine kullanılacağını belirleyen şey uylaşımdır. Kısaca söylemek gerekirse, zihinci kuram, dilsel anlatımların, zihnimizdeki kavramlarla  düşünceleri temsil ettiklerini; bir dilsel anlatımın anlamının, temsil ettiği zihin içeriği olduğunu ileri sürer.”(Aysever, 2003)
İletişim etiği, Lock’un da üzerinde durduğu dil konularından biridir.
Condillac, doğal dillerin kökeninin, duyumların etkisiyle insanların çıkardıkları seslere, haykırışlara bağlamıştır.

XIX.yy.
Tarihselci yaklaşımın ağırlık kazandığı, XIX.yy.da dilin kökenine yönelik çalışmalar öne çıkmıştır.
Bu dönemde Dil-Kültür bağlantısını vurgulayan W. Von Humboldt’un çalışmaları özellikle dikkat çekicidir. “ Bir toplumda yaşayan insanlar dünyayı gerçekte olduğu gibi değil, dillerinin kendine sunduğu biçimde görmektedirler. Bu yüzden, tek ve aynı gerçekler dünyası, ayrı diller konuşan toplumlara başka başka gözükecektir. Humboldt’a göre insanlar bu dünyada anadillerinin dünyayı kendilerine tanıttığı biçimde yaşamaktadırlar. Kendilerinden önceki yaklaşıma göre dil, insanları nesnel gerçeğe götüren, tarafsız ve saydam bir araçken, tarihselci yaklaşıma göre , kendisi de bir dünya görüşü içeren , bu görüş doğrultusunda insanların gerçeğini biçimlendiren bir etmendir.” Ana Britannica

Dil üzerine yaptığı yorumlar ile, XX.yy.daki birçok düşünürü etkilemiş olan Nietzsche’nin de adını anmalıyız. “Filolog olarak Nietzsche, “dilbilgisi” nin, düşünme tarzımızı belirlediğini ileri sürmüştü, ama hemen ardından bizi yanılmalara sürüklediğini de belirtmiş ve önemli olanın yaşamsal bir deneyimin etkililiğine yöneltmek olduğunu savunmuştu. Nietzsche, filozofun, herkesten daha fazla dilin ve mantığın tuzağına düşmüş olduğunu söylüyordu. (Filozofun Kitabı,1875) Kesin anlamda bir dil felsefesi olmayan, ama dil üzerine olan bu felsefe, söylemin sınırlarını belirliyor ve anlamın son kaynağını oluşturan ve dilsel olmayan bir öte alana  ve beri alana bağımlı olduğunu söylüyordu.” Axis 2000

XX.yy.
XX.yy.ın hemen başında, F.de Saussure’ün dile yaklaşımı, XX.yy. dilbilim ve dil felsefesinde belirleyici rol oynamıştır.  Dilbilim  başlığında F.de Sausure’ün görüşlerine değinmiştik.
Yirminci yüzyıla dil felsefesi çağı demek doğru olur mu bilmiyorum. Ancak hemen hemen tüm büyük felsefi yaklaşımlar “dil” i temel sorunları arasında ele almışlardır.
Görüngübilim (fenomenoloji), yorumbilgisi (hermeneutik), çözümleyici felsefe (analitik felsefe) , yapısalcılık, post yapısalcılık, yapıçözüm değişik boyutları ile dil konusunda bir çok yorum içermektedir.
Felsefelerinde dile özel bir yer veren, E.Husserl, Heidegger, Gadamer, Habermas, Derrida’yı da anmamız gerekmektedir.

Çözümleyici Felsefe
Dil felsefesi bağlamında çözümleyici felsefenin özel bir yeri vardır.  Üzerinde biraz daha fazla durmamızın nedeni, 20.yy.ın neredeyse ilk üç çeyreğinde bu gelenek içinde yer alan düşünürlerin görüşlerinin süreklilik taşımasından dolayıdır.

Çözümleyici felsefe geleneği, bilim ve felsefede doğruluğu güvence altına almak adına, dilin anlatım, anlamlandırma olanaklarını daraltarak işe başlamıştır. Matematik gibi oluşturulmuş bir dilin, mantıksal açıdan yanlış yapma olasılığını azaltacağı düşünülmüştür. (Ortaçağlardan bu yana gelen, ideal dil arayışı)  Bu yaklaşım, dünyanın olgusallığını dilde görmek ve resmetmek adına, yaşamı adeta donduran ve bir çok şeyi dışlayan görüşleri içermiş ve formülleştirmelere neden olmuştur.
Yüzyılın ortasına doğru,  giderek esnekleşen ve günlük dili de anlamlı sayan  bir tutum ile dil çözümlemesine girilmiştir.

Çözümleyici geleneğin birbirini izleyen safhalarını aşağıda sunuyoruz.


Çözümleyici geleneğin, dili yorumlamasının arka planında daha önce değindiğimiz anlam kuramları bulunmaktadır. Felsefece düşünme,  anlamı temellendirirken, bir dizi sava yaslanmıştır.
“Bunların ilki, yazının ağzımızdan çıkan sözleri, ağzımızdan çıkan sözlerin ise zihnimizdeki tasarım ve  düşünceleri temsil ettikleri savıdır.
 İkincisi, ağzımızdan çıkan sözler ile onların temsil ettikleri şeyler arasında uylaşımsal bir ilişki olduğudur.
 Üçüncüsü, ağzımızdan çıkan sözlerin uylaşımsal olarak temsil ettikleri bu şeylerin onların anlamlarını teşkil ettiğidir.

Söz edimleri kuramının bunlar dışında, iletişimin konuşan kişinin inisiyatifinde gelişen bir süreç olduğunu; konuşan kişinin bir şey anlatmaya çalışırken kullandığı dilsel anlatımın, o anlatımı kullanırken ki yönelimlerinin taşıyıcısı olduğunu; dinleyen kişinin konuşan kişinin anlatmaya çalıştığı şeyi anlamasının, onun bu yönelimlerini kavramasından başka bir şey olmadığını da kabul eder.”
Derrida'nın, söz edimleri kuramı ile Aristoteles'ten beri dil ve anlam konusundaki ortaya atılan bütün görüşlerde karşı çıktığı noktalar da işte bunlardır.

Derrida öncelikle “gösterge” kavramını büyüteç altına almıştır. “O, Sauussüre’ün tespitlerine katılmakla birlikte, göstergeyi gösteren ve gösterilen diye ayırarak, tıpkı geleneğin yaptığı gibi, bir gösterge aracılığıyla gösterilen, kendi başına var olan değişmez aşkın bir varlığın olabileceğini kabul etmiş ve böylece Thales'ten Heidegger'e dek bütün batı felsefe geleneğinin içine düştüğü "metafiziğe" saplanmıştır. Derrida, varlığı hep şu-anda-bulunuş olarak gören batı felsefesinde merkeze konan şeylere verilen 'öz', 'ilke', 'erek', 'varoluş', 'bilinç', 'tanrı' vb. bütün adların şimdi ve burada bir "bulunuş"a işaret ettini belirtir. Oysa, Derrida'ya göre, göstergeler aracılığıyla gösterilen aşkın bir gösterilen yoktur. O, her gösterenin başka bir göstereni gösterdiğini, dolayısıyla ancak ve ancak bir gösterenler zincirinden söz edilebileceğini ileri sürer. Bunun sonucuysa, anlama alanının ve oyununun sonsuzca genişlemesidir. (Aysever, 2003:41)

Derrida’nın “anlam” a yaklaşımı, metinde öncelikli rolü okuyucuya vermesi, yazı(metin)- konuşma ikilisinde metni öne çıkarması günümüzde tartışılan bir çok soruna yol açmıştır.

BİTİRİRKEN
“Dil ve Felsefesi” başlığı altında derlediğimiz bu metnin niyeti, dilin disiplinlerarası bağlantılarını göstermekti. Diğer bir amaç da, felsefece düşünmenin, bu farklı düşünme yordamlarıyla ilişkisine dikkati çekmekti.

Felsefe ve dilbilim ilişkisine değinen aşağıda alıntıladığım yorum, felsefe ve dilbilimin ne kadar iç içe olduğunu gayet açık dile getirmektedir.

Özellikle yüzyılımızda ortaya çıkan ve ağırlık kazanan dilbilim çalışmalarında beliren görüşler konu üzerinde düşünenleri daha önceki dönemlerde temelleri atılan felsefe çalışmalarına götürüyor. Dilbilimcilerin düşüncelerini sıralarken açığa çıkarırken zaman zaman açık seçik bir biçimde dile getirmeseler de örtük olarak ileri sürdükleri temel savlar araştırmayı —onlar için de— ister istemez felsefe bağlamına taşıyor. Bir bakıma dilbilimcilerin varlığa, varolana, insanın (öznenin) düşünme yetisine ilişkin dolaylı saptamaları ya da önvarsayımları, onları doğrudan olmasa da felsefe dünyasının içine sokuyor Başka bir deyişle, bir varolan olarak dilin yapısı dilbilimcileri felsefe dünyasına girme ya da felsefede olup bitenlerden haberdar olma konusunda kışkırtıyor (Çotuksöken, 2002:182)

Anlam dünyamızda, yaşama evrenimizde, insan olma sürecimizde, “dil” in yaşamsal, görmezlikten gelinemeyecek rolünü dile getirmek bile gereksiz.

“Logos”un, “Kelam”ın, “Yasa” nın, “Söz” ün gerçekliğin bire bir taşıyıcısı olduğu inancından, “dil” in hiçbir şey olduğunun söylendiği postmodern bir döneme geldik.  Dile yüklediğimiz anlamı yeniden sorguluyoruz. Kuşkularımız arttı. Ancak dilden kaçışımız yok. Dil bizim fiziksel ve tinsel yapımızın, diğer bir deyişle insan olarak varlığımızın en somut görünümü. O bir soluk olarak, ses olarak maddi bir gerçeklik. Aynı zamanda ruhumuzun çevirmeni. Belki onsuz da düşünebileceğimiz durumlar var. Yine de dile gelmeyen düşüncenin, aktarılamayan duyum ve duygunun her zaman eksik kaldığını, çoğaltılamadığını, saklanamadığını söylemek yanlış olmayacaktır.

Dil; esnek sınırlarımız, hapishanemiz, özgürlük alanımız, sığınağımız, tesellimiz, isyanımız, zavallılığımız, kahramanlığımız, hiçliğimiz, varlığımız, anlamımız.

Dil olmasaydı, insan, insan olmayacaktı.

Kaynakça :
1. Kıran, Zeynel, Dilbilime Giriş, Seçkin Yayınları, 2002, Ankara
2.Açıklamalı Dilbilim Terimleri Sözlüğü, Prof.Dr.Berke Vardar yönetiminde,Prof.Dr. Nüket Güz, Prof. Dr. Emel Huber, Prof. Dr. Osman Senemoğlu, Prof. Dr. Erdim Öztokat, Multilingual, 2002, İstanbul.
3. Altınörs, Atakan,  Dil Felsefesine Giriş, İnkılâp Yayınevi, 2003, İstanbul
4. Haz: Güçlü,A.Baki- Uzun, Erkan- Uzun, Serkan-Yoksal, Ü. Hüsrev ,  sarp erk ulaş Felsefe Sözlüğü, Bilim ve Sanat Yayınları , 2002, Ankara
5.Kasar, Sündüz Öztürk, Söylem, Göstergebilim ve Çeviri, Yıldız Teknik Üniversitesi Yayınları, 2002, İstanbul.
6.Rifat, Mehmet, XX.yy.da Dilbilim ve Göstergebilim Kuramları, Om Yayınları, İstanbul, 2000
7. Altuğ Taylan,  Dile Gelen Felsefe,YKY,İstanbul , 2001
8. Çotuksöken, Betül, Felsefe: Özne-Söylem, İnkılap Yayınevi, İstanbul, 2002
9.Aytaç, Gürsel, Genel Edebiyat Bilimi, Papirüs Yayınları, İstanbul, 1999
10.Aysever, Levent, "Söz"ün Yurtsuzluğu, Adam Sanat, Sayı 211,İstanbul, Ağustos 2003

BBerksan

2 yorum:

  1. Bilgileriniz için teşekkürler. Felsefeye yeni başlayan birisi olarak Dil Felsefesinin farkını yaşamak ayrıcalığına eriştirdiğiniz için ayrıca teşekkürler

    YanıtlaSil