Çöl
Çöl manzarası en çok şafağın ya da gurubun o yarım ışığı altında güzeldir. Mesafe duygusu yok olur o zaman. Yakınlardaki bir dizi kaya, çok uzaklardaki sıra dağlara dönüşür, en küçük ayrıntı, bu engin diyarın yinelemelerle dolu senfonisinde çok önemli bir ezgisel öğeyi oluşturur. Günün yaklaşması bir değişiklik vaadi taşır, ancak gün iyice geldikten sonra insan bunun yine hep geri dönen aynı gün olduğunu anlamaya başlar. Uzun süreden beri tekrar tekrar hep aynı gündür yaşanan. Zamanın aşındıramadığı, lekeleyemediği, gözleri kör edecek kadar parlak… aynı gün. Kit derin soluklar aldı, çevresinde küçük kumulların oluşturduğu yumuşak silueti gözden geçirdi, madeni bir kenarın üzerinden yükselen kocaman katıksız ışığa döndü, palmiye ormanının hala karanlıklar içinde kalmış rengine baktı ve bunun aynı gün olmadığını hemen anladı. Ortalık tümüyle aydınlandığı, koca güneş kendini gösterdiği, kumlar, ağaçlar ve gökyüzü yavaş yavaş alışılmış gündelik görünümüne kavuştuğu zaman bile, bunun yeni ve çok farklı bir gün olduğundan zerrece kuşku duymadı (Bowles, P.).
Labirent
Yine geleneksel olan labirent simgesi de, birçok metine sadece seçilmekle kalmayıp geliştirilmiştir. Daidalos tarafından Minotauros’u hapsetmek ve korumak için yaratılan labirent, bir bakıma karşıt ve büyüleyicidir; canavarı korumak için inşa edilen bir sur ve çıkmasını engellemek için bir hapishane. Çelişkili yer, simgesel olarak, dışarıdan içeriye, biçimden düşünceye, çokluktan birliğe, uzamdan uzam yokluğuna, zamandan zaman yokluğuna doğru bir hareketi saptar. Ayrıca bilinen bir ilerlemeyle içeriden dışarıya karşıt hareketi de gösterir. Labirentin merkezinde ise ya canavar bulunuyor ya Tanrı (çünkü canavarsılık kimi zaman ilahi bir niteliktir); ama giz her zaman vardır.
Labirent böylece, geleneğe göre, insan zekası tarafından yönetilen bir kaosun, kendi anahtarına sahip, istemli bir düzensizliğin betimlemesine dönüşür. Ayrıca doğayı pek insansal olmayan görünümleriyle, (sonsuz bir nehir, bir su labirentidir; bir ormansa bitki örtüsü labirenti) hem de insan yapılarını (bir kütüphane ve büyük bir kent birer labirenttir) betimler. Bu simge, aynı zamanda göze görünmez gerçekliği, insan yazgısını ya da tanrının istemini, sanat yapıtının gizini çağrıştırabilir
Bütün bu anıştırmalar Borges’in yapıtında doğal olarak vardır. Sevdiği yazarlardan bazıları (Joyce ve Kafka), labirent temasına özel bir yer vermiştir. Bu ikisinin içinde Joyce, simgeler konusunda Borges’e en yakın olandır. İrlandalı mit yazıcısında (mythographe), labirent simgesini olduğu gibi kent simgesini (Ulysses), amansızca yinelenen bir döngü gibi insan yazgısını (Finnegans Wake) ve bir kelimeler labirenti yaratıcısı olarak sanatçı düşüncesini (Ulysses’de ve Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresindeki Stefan Dedalus) bulmak mümkün. İroni ve parodinin sistemli kullanımı, garip ve biraz da kahince bilgi, zeka oyunları ve cinaslar, yazını ‘palimpsest’ olarak düşünmek gibi başka çakışmalar da iki yazarı birbirine yaklaştıran etkenler. Ama görüşleri çok farklı. Joyce’vari labirent ve merkezin arayışı anlayışında, her zaman gizli olarak bir ‘epifani’ ve bir deneyüstü vahiy düşüncesi vardır ama orada saklanan tamamen farklı bir şeydir; orada başka bir giz daha vardır.
Kafka’da da insan yazgısını düşüncesini tedirgin edici ve belki de başarısızlığa adanmış bir hesaplaşma olarak bulmak mümkün olsa da Çek romancıyla Borges arasında hem daha kesin hem de tuhaf bir şekilde çok yönlü benzerlikler vardır. Kafka’da labirentin merkezinde her zaman amansız bir tanrı bulunur. Borges’de ne Tanrı vardır ne de Tanrı arayışı, ama ihtiyaç duyduğunda oluşturduğu ve daha iyi çürütmek amacıyla birbirleriyle çatıştırdığı Tanrıbilimler vardır.
Tahmin edileceğinin tam tersine Borges, labirent imgesine yavaş yavaş ulaşmıştı. 1938 Noel’indeki, yaşamına mal olabilecek kazayı takip eden dönemde sık sık bu imgeyi kullanıyordu. 1940’a doğru, Tlön, Uqbar, Orbis Tertius’ u ve Babil Piyangosu’nu, Babil Kitaplığı’nı kaleme almıştı ama bu imgeye belki de en iyi ifade biçimini birkaç yıl sonra Ölümsüz adlı uzun öyküsünde verdi. Labirent imgesi, hem öykünün çıkış noktası olan ölümsüzlerin canavarsı betimlemek hem de, aynı anda Homeros, mağara adamı, bir Roma yargıcı, bir antikacı ve sonunda bir göçebe Yahudi olan kahramanın yazgısını göstermek için kullanılıyordu.
Bütün bu kurmacaların ardında, insanların, kaostan ve düzenden, mantıktan ve mantıksızlıktan, zevkten ve acıdan, neşeden ve korkudan oluşan çift yüzlü görünümüyle kurduğu gerçekliğin, gizli bir merkezin arayışından başka bir şey olmadığı düşüncesi yatar.
Labirent Borges’in şiirinde nispeten geç bir dönemde kendini göstermiştir. Bahsinin geçtiği ilk şiir, Del inferno y del cio (Cehennemden ve Gökten) 1942 tarihli ama bu tarihten itibaren sık sık kullanılmıştır. Labirent gibi yazgı da en iyi metinlerinden birinde, atalarından biri olan doktor Francisco Laprida’nın düşmanları goşolar tarafından kafalarının uçurulacağı an üzerine düşüncelerini içeren Poema conjectural’da (Tahmini Şiir) ortaya çıkmıştır (Monegal, E.R.)
Havadar bir mezarlık
Ve kendi içimde her boyutta, ama sürekli senin adımlarının ritminde uzun uzun yürüyerek, beni öylesine acılara sürükledin ki, hayatta kalabilmek için donuk ve aldırışsız bir insan oldum. Kayıtsız toprak. İstediğin gibi sahiplenebilirsin beni, niteliği seninkinden ayrı olmayan bir toprağı sahiplenirsin. Biraz olsun yıkımdan korunmak için, hala kullandığın görünüşte tarafsız kaynaklardan yararlanıyorsun sadece.
Ama şimdi maskelerini oluşturduğun, kahramanlarının kökenlerini bulduğun bu hareketsiz madde yok oluşunun belirtisi değil midir? Ve sen yaşamdan yoksun hava katmanlarıyla çevrili olduğunda tüm yaşam deviniminden yoksun kalmış olmayacak mısın? Bu görünmeyen mezarlar, bu fark edilmeyen kumaş parçalarıyla donanmış halde ilerlerken yaklaştığın her şeye ölüm getiriyorsun. Ve en kötüsü de bu bugün: hayatla karıştırılan ölüm. Ele geçirmek ve kendini korumak amacıyla bana zorla kabul ettirdiğin ve artık bizi yalnızca bir canlı varlıklar görünümüne çeviren ölüm.
Ve tutkularının şiddetiyle o kadar çok acı çektim ki, huzurlu bir dinginlik bile sık sık sabrımı taşırıyor. Cansız ama ölümünü yaşamaktan hala mahrum. Ölüm içinde belli belirsiz. Kendini ölümsüz kılmak amacıyla içinde beni sürekli çevirdiğin yas tülü. Kesinlikle hiç ölmeden ölümün içinde kalarak senin için saklıyorum bu düşü – bedenini aşabilmek. Ve bu ideali – hayatın geçtiğini hissetmemek. Kendisini oluşturan ve bozan madde yüzünden acı çekmemek, hatta hayal bile etmemek bu maddeyi. Ve sana kalıcılığın sorusunu yöneltmek için varlığının derinliklerine inmek.
“Neyin içinde yaşayan biriyim ben?”, bu her zaman şöyle sormak için kaçındığın soru değil mi: “Nasıl yaşayabilirim?” Sürekli şimdiki vaktinin ötesinde duruyorsun (Irigaray, L).
.....
Dolaşıyordum. Kendimi bir karınca gibi küçücük duyumsuyordum; metalik gökdelenlerin yükseldiği mekanik bir kentin sokaklarında dolaşan şaşkın bir yolcu gibi (Eco, U).
Seyir defteri
Dolunay o kadar canlı bir ışık saçıyor ki bu satırları lambaya başvurmadan yazabiliyorum. Cuma ayaklarımda tortop olmuş uyuyor. Gerçekdışı ortam, çevremdeki alışılmış her şeyin ortadan kalkmış olması, tüm bu yoksunluk düşüncelerime bir hafiflik, uçuculuklarının ödünlediği bir dayanıksızlık veriyor. Bu tefekkür yalnızca hafif bir gece yemeği olacak. Ave spiritu (Selam akıl!), ölecek olan düşünceler seni selamlar!
Kendi parıltısının yıldızları sildiği gökyüzünde, sarılı Büyük Yıldız dev bir yumurta akına benzeyen parlak ve yapışkan bir damla gibi yüzüyor. Geometrik şekli kusursuz; ama maddesi, çalışma halindeki bağırsağı hatırlatan kıvrımlar oluşturarak hareketlenmiş. Yumurta akından beyazlığının içinde, ağır ağır kaybolacak hayal meyal yüzler beliriyor, sonra her şey sütümsü bir çalkalanmada eriyor. Kısa bir süre sonra girdaplar hareketsiz görünecek kadar dönmelerini hızlandırıyor. Titremenin aşırılığından sanki Ay peltemsi kıvamını bulmuş gibi gözüküyor, üzerinde beliren birbirlerine dolaşmış çizgiler yavaş yavaş belirginleşiyor. Yumurtanın zıt kutuplarını sanki iki odak işgal ediyor. Bir arabesk oyunu birinden diğerine koşuyor. Odaklar başa, arabeskler ise iki bedenin bağlantılarına dönüşüyor. Benzer varlıklar, Ay’da doğmaya hazırlanan ikizler, Ay’dan doğan ikizler. Birbirlerine düğümlenmiş, ağır ağır, yüzyıllık bir uykudan uyanırmışçasına hareket ediyorlar. Önce, yumuşak ve düşünceli gibi görünen hareketleri tamamen ters yöne dönüyor: Şimdi birbirlerinden kopmaya uğraşıyorlar. Her biri kalın ve raht bırakmayan gölgesiyle, bir çocuğun nemli, anaç karanlıklara karşı savaştığı gibi savaşıyor. Kısa bir süre sonra, birbirlerini bırakıp düşüyorlar, yalnız ve hoşnut olarak dikeliyorlar ve el yordamıyla yeniden kardeşçe içlidışlılıklarına dönüyorlar. Leda’nın, Jüpiter’in Kuğusu tarafından döllenmiş yumurtasından, Güneş kentinin ikizleri, Dioskur’lar doğdu. İnsan ikizlerinden daha yakın kardeş onlar; çünkü aynı ruhu paylaşıyorlar. İnsan ikizleri çokruhludur. Astrolojinin ikizleri ise tekruhludurlar. Bu nedenle etleri görülmemiş yoğunluktadır; insan ikizlerinden iki kat daha az ruha sahip, iki kat daha az gözenekli, iki kat daha az ağır ve etlidirler. İşte ölümsüz gençlikleri, insanca olmayan güzellikleri buradan gelir. Onlarda cam, metal, parlak, cilalanmış yüzeyler, canlı olmayan bir parlaklık vardır. Çünkü onlar tarihin değişkenlikleri arasında bir nesilden diğerine sürünen bir soyun halkaları değiller. Onlar Dioskur’lar, göktaşları gibi gökten düşmüş, dikey ve sarp bir nesilden gelen yaratıklardır. Babaları Güneş onları kutsuyor, alevi onları sarıyor ve ölümsüzlüğünü veriyor.
Batıdan doğan küçük bir bulut, Leda’nın yumurtasını bulanıklaştırıyor. Cuma, buna şaşkınbir yüzle bakıyor ve olağanüstü hızlı bir sesle tutarsız cümleler söylüyor, sonra, bacakları korkakça karnına doğru çekilmiş, yumrukları sıkılmış ve kara başının her iki yanına konmuş olarak yeniden uykusuna dalıyor. Venüs, Kuğu, Leda, Dioskur’lar… Bir metafor ormanında el yordamıyla kendimi arıyorum (Tournier, M).
…..
Lucien, ansızın, içinde sesini -kuşkusuz çok zarif ve çok tatlı sesini- duyuramayacağı, yeraltında bir yere kapatılmış gibi göründü bana. Hareketsiz kalmış bir bedenin dibinde ruhu acı çeken, felçli biriydi sanki. Ama sonunda sertliğini eriten şey, yerinden çıkmış omzuyla ilgili olarak bana daha önce söylediği bir söz oldu: “Benim suçum değil”. Bu özrü öyle alçakgönüllü bir tonla söylemişti ki, gece, karanlıkta, onun kızardığını sanmıştım… Ne olursa olsun, şiirsel diye adlandırdığım çok özel heyecan ruhumda gitgide azalan bir korku izi bırakıyordu. Gece, bir sesin mırıltısı ve denizde görünmeyen küreklerin gürültüsü, özel durumumda beni altüst etmişlerdi. Ben de, bir beden arayışı içinde kaygılı bir ruh örneği, bana kendilerini kaydedecek ve hissedecek bir bilincin arayışı içindeymiş gibi görünen o göçebe anları yakalamaya dikkat ettim. Bunlar bu bilinci bulunca duruyorlardı: Ozan dünyayı tüketir. Ama başka bir dünya öneriyorsa, bu ancak kendi kafasının yarattığı bir dünya olabilir. La Santé hapishanesinde yazmaya başladığımda, bu işe, hiçbir zaman heyacanlarımı, coşkularımı yeniden yaşamak ya da bunları açığa vurmak amacıyla değil, bunları kendilerinin zorla kabul ettirdikleri bir biçimde dile getirerek, (önce benim de) bilmediğim, bilinmeyen (ahlaksal) bir düzen oluşturmak amacıyla kalkıştım (Genet, J).
…..
Yüksek tavanların büyülttüğü uğultular arasında çocukluğuna değgin apaçık sesler duyuluyor. Kesik kesik görüntüler görüntüler… diriliyor gözlerinin önünde. Donmuş görüntüler. Belleğinin ve yaşamının orasına burasına serpiştirilmiş, ya da hep orda duran. Bekleyen. Hızlanıyor. Telaşla koşuşan insanların arasından kendini, çocukluğunu sıyırmaya çalışıyor. (Aynı zamanda iki yanı tozlu kitap raflarıyla dolu dar koridorlardan) Bu trenin son tren olduğunu düşünüyor. Geç kalmaktan –bu kez de, son kez de geç kalmaktan- korkuyor. (tren ıslıkları: çanlar onun için çalıyor) İlerlerken tökezliyor. (En büyük korkusu) (Mungan, M).
…..
Böylece çabucak kent dışına ulaştılar. O yönde kent aniden bitiyor, tarlalar başlıyordu. Dıştan hala kenttekileri andıran bir evin hemen yakınında ıssız ve terk edilmiş küçük bir taş ocağı göze çarpıyordu. Adamlar, ya başlangıçta seçtikleri hedef orası olduğu için, ya da daha fazla ilerleyemeyecek kadar yorgun olduklarından, durdular. K’yı bıraktılar, o da sessizce bekledi. Silindir şapkalarını çıkarıp terli alınlarını mendilleriyle silerken, bir yandan da taş ocağını inceliyorlardı. Ay ışığı, başka hiçbir ışığa nasip olmayan sessizliği vedoğallığıyla her yeri aydınlatıyordu (Kafka, F).
Bir köyün ortasından geçiyorlardı şimdi. Donmuş çamaşırların asılı olduğu evin önüne vardılar, çamaşırların tekini bile göremediler. Tepeden tırnağa beyazlara gömülü, üstünde kar bulutları uçuşan ot yığınının önünden geçtiler. Sonra acı acı uluyarak alları sağa sola savrulan söğüt ağaçlarına vardılar. En sonunda, alttan üstten karların kaynaştığı, azgın bir denizde buldular kendilerini. Fırtına o denli şiddetliydi ki, kızağa yandan çarptığı zaman hem atı, hem onları ileri fırlatıyordu (Tolstoy, L.N.).
…..
Peki Dünya Kralı nerede oturuyor? Yukarıda değil, aşağıda (Eco, U).
Kaynakça
Paul Bowles, Çölde Çay (Esirgeyen Gökyüzü), Simavi Yayınları, 2. Baskı, Çev. Belkıs Çorakçı, 240, İstanbul, 1991
E. Rodriguez Monegal, Borgés, Gendaş A.Ş., Çev. Şule Demirkol, 74–76, İstanbul, 2000
Luce Irigaray, Nietzsche’nin deniz aşığı, Kabalcı Yayınevi, Çev. İsmail Yerguz, 43–44, İstanbul, 2000
Umberto Eco, Foucault Sarkacı, Can Yayınları, 5. Basım, Çev. Şadan Karadeniz, 541; 100, İstanbul, 2000
Michel Tournier, Cuma ya da Pasifik Arafı, Metis Yayınları, 3. Basım, Çev. Melis Ece, 185–186, İstanbul, 2004
Jean Genet, Hırsızın Günlüğü, Ayrıntı Yayınevi, Çev. Yaşar Avunç, 132;144, İstanbul, 1997
Murathan Mungan, Kırk Oda, Metis Yayınları, 10. Basım, 48, İstanbul, 1999
Franz Kafka, Dava, Varlık Yayınları, Çev. Funda Reşit, 202, İstanbul, 2004
Lev N. Tolstoy, Efendi ve Uşağı, İvan İlyiç’in Ölümü, Can Yayınları, Çev. Mehmet Özgül, 438, İstanbul, 1983
Sayı:13 Yıl: 2009
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder