İLE_TİŞİMİN OLANAKSIZLIGI ÜZERİNE

Ferda


“Konuşacağım sırada, kim_liği bulunmayan bir sesin, benden önce konuşmaya başlamış olduğunu fark edivermek… (Foucault)


İletişim kavramını ve bu kavramın işaret ederek göstermeye çalıştığı süreçleri iki_ayrı bağlamda ele alıp çözündürmek gerekiyor.

Birincisi, iletişim denilenin, gündelik rutinin içinde yaşananlardan hareketle oluşturulmuş olan, bilinen teknik tanımlamalar dünyası. Bu alanda iletişim denilen olumlanır ve “mümkün olan” bir süreç olarak kabul edilir. Bu bağlamda, iletişim; bir “olan/olgu” olarak ele alınıp, derinlemesine sorgulama sürecinden geçirilmez. İletişim süreçleri denilen yapıp etmelerden yola çıkılarak, bu alanda, değişik disiplinlerin “kesişim kavşaklarında”, koskocaman “iletişim bilimleri” inşa edilmiştir.

Ben denileni ilgilendiren iletişimin bu bağlamı değildir.


Bu teknik/tanımlı “anlamlar_dünyasında”, iletişim süreçlerinde hiçbir sorun yoktur. Her şey, ayanıyla beyandır aslında. Bu alanda sorunlar yaşanıyor olmasının tek nedeni, yine adına insan denilenlerin, bu alanda ortaya koymuş oldukları “kendi olması gerekenler çıtasının” çook uzağında olmalarıdır. İletişim bilimleri denilen disiplinler, iletişim süreçleri açısından şu temel öğeleri sıralıyorlar: Kaynak İleti / Kanal Alıcı. Şimdi bu temel unsurlar üzerinden cereyan etmeye çalışan iletişim süreçlerinin bu noktalarında hiçbir “sorunsal durum” yoktur, sorun olarak görülenler, çözümsüz değildir. Örneğin bu ileti kaynağı, ben denilen, yani bu tümceleri kurandır. (Ben_denilenin, “kurucu unsuru nedir” sorunsalına şimdilik girmiyorum), ileti bu tümce dizimleri ile bildirmek istediğim mesajdır, kanal sanal ortam bütünü, alıcı ise bir şekilde bu iletiye ulaşıp okumaya çalışanlardır. Bu açıdan bakıldığında, süreç “tanımlı” ve “bellidir” aslında ve insan denilenlerin bu süreçlerde sorun yaşaması, dediğim gibi, bu alanda yine kendilerinin koydukları olması gerekenlerin çook uzağında olmalarının sonucudur. Örneğin, iletişim bilimleri bu unsurların “olması gerekenleri” temelinde şunları söylemektedirler, sağlıklı bir iletişim sürecinde, öncelikle, kaynak iletisini “açık seçik” bir biçimde ve alıcısının durumuna göre yapılandırmalıdır (ama kaynak, çoğu zaman çeşitli nedenlerle bunu yapmaz). İletişim kanalı, iletiyi “sağlıklı”, aslına sadık kalarak aktarmalıdır (egemen görüşlerin resmi ideolojisinin etki alanında olan, iletişim kaynakları, genel kamu_oyu ile ilgili olan iletileri, “sansürleyerek” ve “çarpıtarak”, alıcısına postalar, görsel ve yazılı medyanın halleri). Alıcı, ileti karşısında “dikkatli, özenli” olmalıdır vs. şeklinde uzayııııp giden bir “olması gerekenler” listesi. Empatik olunuz, iyi bir dinleyici olunuz vs.

Oysa bu bağlamda durum çok belli ve açıktır. Kaynak denilenin “bildirmeye” çalıştığı bir “karın ağrısı” vardır, bu karın ağrısı her ne ise bunu, bilinen, göreli de olsa üzerinde uzlaşı sağlanmış dil aracılığıyla bir “ileti haline” getirir ve uygun kanallar aracılığıyla da “muhatabına” iletir. İleti anlatmak istediğini yeterince açık seçik anlatamaz veya kanal iletiyi sağlıklı biçimde taşıyamaz veya alıcı iletiyi sağlıklı bir şekilde okuyamaz, yanlış anlar veya anlayamaz, ek açıklama ister vs. vs. “ıvır_zıvır” durumları işte ve tüm bunlar üzerine inşa edilmeye çalışılan “iletişim bilimi”. İnsan denilenlerin, kendi ortaya koydukları “olması gerekenlerinin” çok uzağında olması, işte bu ıvır-zıvır sorunların doğmasına neden olur ve şu tip bitmeyen diyalog-sanılan monologlar yaşanmaya başlanır:

*Açık konuş ne demek istiyorsun, seni anlayamadım…


-Ne kadar gerisin yaa, elimden gelen bu, topu bana atmak yerine anlamak için biraz çaba sarf etsen…
*Anlatamamanın yetersizliğini bana yükleme, adam gibi anlat sen de ve arkasından gelen yakınma halleri, “beni kimse anlamıyor”, beni bir o anladı, o da yanlış anladı vs. vs.

Neyse, bu bağlamda uzayıp giden iletişim çözümlemelerini, iletişim fakültelerinin, iletişim uzmanlarına bırakalım varsın onlar uğraşsınlar (İletişim uzmanları acaba nasıl iletişim kuruyorlar, bi iletişim uzmanı bulup, iletişime geçmek gerek sanırım, “teknik-iletişimin” nasıl yaşandığını anlamak için…). Açıkçası bu bağlamda yaşanan iletişimlerin tümü ve bunlar üzerine yazıyor olmak oldukça sıkıcı. Ha bu bağlam üzerine şu eklemlemenin de yapılması gerekiyor. Bu bağlamdaki iletişim süreçlerinin tümü, ya doğrudan ya da dolaylı yollardan, “ideolojik_süreçlerle” dolayımlanmıştır. Yani, olgusal bağlamıyla, iletişim bilimine konu olan, tüm bu iletişim süreçlerinin dokusu, g-örebilen gözler için, ideolojik dolayımlamanın etkisi altındadır. Kapitalist bir toplumda, ben_ben veya ben_diğeri veya gruplar, sınıflar ve toplumlar arası iletişim çabalarının tümü, var olan “statükoyu koruma” ve sürekli kılma kaygısına göre şekillenir. İletişim bilimleri, çoğu zaman farkında bile olmadan bu amaçlara hizmet eder. Bu nokta, yani iletişimin ideolojik yapılarca dolayımlanmış olması, “ayrıca” işlenmesini gerektirecek kadar geniş kapsamlı ve önemli bir konudur. Sağlıklı veya sağlıksız ilişki değerlendirmelerinde kullanılan, son kertedeki kriter, iletişim süreçlerinin “makro toplumsal düzene” hizmet edip etmemesidir. İletişim denilenlerden yola çıkılarak sistemi onama ve koruma çabası tersine de döndürülebilir niteliktedir, iletişim süreçleri, sistemi sökülmemek, dağıtmak adına da kullanılabilinir ki tam da bu noktada söylemler arası “hegomonik” mücadele kavramı devreye girer. Yani bu bağlamdaki iletişim bir “potansiyel, olanaklar/olabilirlikler” alanıdır, bir kurulumun sürdürümü için de kullanılabilinir, bir kurulumun sökümlenip yenisinin kurulumu ve sürdürümü için de kullanılabilinir… Son ek açıklama hariç, nihayet bu “sıkıcı” ve “sıkıntı üreten” bağlam bitti.
Şimdi gelelim asıl ve rahat edeceğim ikinci bağlama. İletişim denileni, bu “olan/olgusal” bağlamından alıp, felsefi denilen bağlama alıp, orada çözündürmeye çalıştığımızda “ne ile” karşı karşıya kalıyoruz?!


Bir konu, felsefi bağlama alındığında, o konuda var olan tüm tanımlar dünyası bir tarafa bırakılır ve en temelinden, yeniden bir ele alış biçimi sergilenir. Bu felsefi bağlamın olmazsa olmazıdır, bu yapılmalıdır, çünkü felsefi tutum öncesi ve dışı belli alanlarda ortaya konan kavramsal ve onların ürünü olan “tanımlar dünyası” hep sorunludur. Felsefi düşünüşü doğuran da bu sorunlu zeminlerdir ve bu tanımlar dünyasında sorun olmasaydı, kavramlar ve tanımlar, tam yetkin olsaydı, felsefenin g_ereği kalmazdı. Her ne kadar, felsefenin kendisi de “temizlenmesi” gereken artıklar bıraksa da, en temelinde felsefi tutum bir “temizlik_harekâtıdır”, öncelikle de “dilsel_temizlik”…

İşte bu “hal-üzre”, iletişim denileni, “teknik” ve “olan/olgusal” tanımları açısından değil de “felsefi açıdan” değerlendirmek gerekiyor. Bu açıya alınıp çözündürülmeye çalışıldığında (ben denilenin) yapabileceği değerlendirme çabaları şunlardır:

İletişim denilen adına yaşanacak her süreç, “ile” bağlamında gerçekleşir. İletişim denileni ve bu kavramla gösterilmek isteneni, “nasıl tanımlarsanız tanımlayın”, iletişimin olmazsa olmazı “ile’dir”. İle ise, “iki_ayrı” varlığı zorunlu kılar. İle bağlayanının devreye girip, kullanılabilmesi için, “öncelikle” bu bağlacın her iki tarafında, en az bir-er ayrı varlığın olması gerekir. Bir_tek olanın ve ondan başka hiçbir şeyin olmadığı uzam ve zamanda, iletişim denilen ortadan kalkar. Bu bir tek varlığın, kendisine ulaşıp, “ben-ben” iletişim ilişkisini yaşayabilmesi için bile, bir “karşılaştırma refere” noktası bulup, oradan ve ondan hareketle, kendisini konumlandırıp, “kendisiyle iletişime” geçmesi gerekir. (sıkça işlenen “ben_sen” diyalektiği). O halde, en sonunda ulaşılması gereken yargıyı/saptamayı, şimdi ve “burada” cesaretle ortaya koyup, bu saptamanın açılımını oluşturmak gerekiyor; “iletişim denilen bir olanaksızlık üzerine kurulur” veya şöyle de ifade edilebilinir, “iletişim denilen tam da onun olmadığı yerde devreye girer”. Eğer iletişim kurabilseydik, “kurardık” ve “biterdi”.

İletişim bir olanaksızlık durumundan kaynaklanır, bunun üzerine oturur dedikten sonra, yazmaya konuşmaya devam ediyor olmanın g_ereği var mıdır?! Evet, var, en azından bu olanaksızlıkların gerekçeleri orta yere serimlenmelidir.

Yukarıda ortaya konulan argümanda da görüldüğü gibi, iletişim denilen, “yarılma türü” bir “ayrık olma” halinden türüyorsa, bu durum iletişimi “önceliyorsa”, yani iki ayrı varlık veya durum veya şey alanını zorunlu kılıyorsa, bu iki ayrı varlık olarak konumlandırılanlar arasındaki “mesafe” nasıl kapatılabilinecektir. İletişim denilen, bir “refere” noktanın kendi dışındaki ve “başka olan” ayrılmış bir “refere” noktaya bir ileti/haber aracılığıyla ulaşma çabası ise bu nasıl mümkün olabilecektir?

(Bu açımlama çabası şu kaygının ürünü olarak ortaya konulmaya çalışılmaktadır. İletişimi olası gören “iletişimde bulunamaz” ve bu noktadan hareketle gerçekleştirilmeye çalışılan iletişimsel edimler, geri bildirim olarak, taraflara hayal kırıklığından başka bir şey sunamaz. “Beni anlamadın ya ona yanarım, beni bi tek o anladı, o da yanlış anladı, beni anlayan kimse yok bu dünyada, yapa_yalnızım, kalabalıklar içinde bile vs.” şeklinde gelen hayal kırıklıklarının ürünü olan mızmızlanmalar, bu hareket noktalarının ürünüdür.)

Gündelik anlamda “mümkün-görülen” iletişimler, dil denilenin “uzlaşımsal” anlam dünyalarına dayanan “tanımlamaları” üzerinden gerçekleşir. İleti kaynağı, iletisine kendi yüklediği anlamsal içeriği karşı tarafa aktardığında ve aynı anlamsal içeriği “orada” oluşturabildiğinde bu düz-gülü ve tanımlar üzerinden gerçeklenmeye çalışılan iletişim başarı ile sonuçlanır. Bu bağlamdaki iletişimler belli ve ayanıyla beyandır aslında. Daha önce de vurguladığım gibi, bu alanlarda insanların “iletişim_sorunu” yaşıyor olması, sağlıklı bir iletişimde olması gerekenlere göre “geri_durumda” olmalarının sonucudur. Bu ise, aslında, “etik” bir sorundur ve “değerler dünyasıyla” ilgilidir.

İletişim denilenin “olanaksızlığı”, iletişim için kullanılan “dilsel_notasyon”, “kodlama/şifreleme” sistemlerinin “yapısal” durumlarının ürünüdür. Dil denilendeki, “hiçbir tümce doygun değildir”, “anlam denilen kapatılmaz”, “her bir sözce, kendisini açıklamak için başka bir sözceye gönderme yapar”, “dil denilen “dışını_bildiremez”, sadece işaret eder, vs. şeklindeki halleri, iletişimi “nihai_olarak”, “olanaksız hale” getirir ve iletişim “çabası” bu olanaksızlığın ürünüdür. Adına dil denilen bir takım “göstergelerden” oluşur ve yapısı gereği gösterge, “kendisi dışındaki” şeylere işret eder. Eş deyişle, hiçbir gösterge “kendisini” anlatamaz, başka şeyleri anlatmaya çalışır. (İşte bu bağlamda “hiç” göstergesinin” çok “özel”, kendine “özgün” bir …… var)

İletişimi, teknik düzgülü ve tanımsal bağlamı dışına aldığımızda, en nihayetinde iletişim, bir “başkaya_ulaşabilme” çabasıdır. Herkes bir diğerine göre, bir başka-durumundadır” ve bu durumlar içinde olan biz insan denilenler, bir başkasına ulaşma çabası içine gireriz, ulaşır mıyız, ulaşıyor muyuz bilinmez. Belki de ulaşıyoruzdur, ulaşmış olsak bile bunu “bilme_olanaklarından” yoksunuz, bize düşen bu uğurda “çabalamak” ve tüm bunlar ne iyi ki “böyle”, tüm bunların böyle olması, eylemeyi, çabayı ve arayışı tetikliyor, hiç bitmeyecek olan bir arayışı… Değil mi ki, “insan ve hayat bir maceradır”, o zaman bu macera sürecektir, sizler “buldum/bildim” diyenlerin o masallarına inanmayınız, insana düşen sadece “arayış içinde olmaktır” ve bunun böyle olması, çok “iyi” ve “güzeldir”…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder