“AHLAKIN AHLAKSIZLIĞI ÜZERİNE”

Ferda

Peki ya ne yapmalıyım, neye göre nasıl yaşamalıyım? Ahlak/moral denilenden, “ethiğe/ahlak felsefesine” geçiş, bu sorunun, “kuramsal-kaygılarla” sorgulanmaya başlamasıyla mümkün olmuştur. Dilimizdeki “ahlak-terimi” Arapça “huy”, “doğa” “yaradılıştan olan hasletler bütünü” anlamlarına işaret eden “hulk” teriminden transfer edilmiştir, batı dillerinde ise, bu alanda üç temel terim bulunmaktadır; “uzlaşılar”, “pratikler”, “davranış kodları” içeriklerini işaret eden “mores”, ethiğe kaynaklık eden ve “karakter/temel yapı, onu-o kılan unsur anlamına gelen “ethos” ve tüm bunlar üzerine oturan “ahlak felsefesi”. Kısacası, doğu toplumlarında sadece ahlak/hulk vardır, onlarda ahlakın “ehtik/ahlak felsefesi” boyutu yoktur, “ethiği” batıdan transfer etmişlerdir, bu açıdan bakıldığında doğu-toplumları “törel-olana” teslimiyet halinde yaşamışlardır.

Ahlak felsefesi denileni doğuran bu “temel soru/sorun” üzerine her düşünmeye başladığımda, zihinsel anlamda bir “bulantıyı” yaşıyorum. Zihin içerikleri denilenler, bu “soru/n” üzerinde düşünmeye karşı direnç gösteriyor Şu anda bile bir ke-ke menin konuşması şeklinde yaza-biliyorum. Ehtik denilenin “problematiği” üzerine düşünmek, bu uğurda “sözce kullanmak” olası mı? Hadi diyelim ki bu “olası bir durum”, peki bu hangi kaygılardan hareketle ne adına, ne-için yapılacak?

Bu soru-n tam da “kırılma-noktasına” işaret etmektedir. Bu sorunun sorgulanmaya başlanılmasıyla birlikte insan ve yaşam denilen için, cehennemin “al-benili” yollarına yaldızlı taşlar da döşenmiş oldu. Yapısı gereği, “teorik-olan” ve bu nedenle de yöneldiği her objeyi teorik zeminlerin belirlediği bağlamlarda ele alan, almak zorunda olan “aklın” “salt-pratiği”, deneyimi anlaya-bilmesi nasıl olası hale getirilebilecek? Salt/doğrudan “otantik olması gereken” deneyim alanını, teorik-alana çekmek, onu aynı zamanda “dolayımlayarak” kirletmek ve “ideolojik-kılmak ötekileştirmek” olmayacak mıdır veya bunlardan nasıl kaçınılacaktır?

İnsan ve var oluşu denilenin temelinde kaçınılmaz olarak aksiyolojik/değersel tutum vardır. İnsan denilen varlık, “to on to’suyla” veya “epistemesiyle” veya da “logiçiyle” değil” “değer/leriyle” ve “o kadar” vardır. Betimleme-denilen insan için “olanaksızlıktır”, betimleme sadece “göre-ce” bir durumdur, her betimleme denilen kaçınılmaz olarak aynı zamanda bir “değer-uzantısıdır”. Taş, kadın, sarı vs. denildiğinde bile, “denilmiş-olması” itibarıyla bir “değer-lendirici” tutum/duruş söz-konusudur. Betimlemenin “mümkün-olması” için, “asılları-bilmemiz” gerekiyordu, bu doğrultuda “aslına-uygun” olan “söz-sel” bildirimler betimleme, diğerleri de “yargı-ürünü” olacaktı, oysa biz-insan denilenler, “asılları-da” uyduruyoruz, bu anlamıyla, “asıllar dediklerimize” uygun düşen bildirimlere betimleme, uygun düşmeyenlere de, “obje-fazlası” değer-lendirmeler demekteyiz. “Şurada gördüğünüz bir kadındır” şeklindeki bir “tümcesel-bildirim” betimleme, “Şurada gördüğünüz kadın, çok güzel ancak çok kötü bir kadındır” şeklindeki bildirimlere de “değersel” demekteyiz. Oysa, birinci bildirim “dikkatlice ve metin kenarından “okuna-bildiğinde”, onun da bir “değer-lendirme” biçimi olduğu rahatlıkla görülebilecektir…

Kısacası, insan ve var-oluşu denilenin temelinde “ethos” vardır. Bilim-denilen dahi, nesnel-değil, “değerseldir”. Değersel denilen duruş/tutum ehtik ve estetik içerik/ biçimler olarak ikiye ayrılmaktadır. Ethik değerleri, “toplumsal-zeminde” algılamaya, düşünmeye başladığınız anda, “siyasal-zemine” kaymış olursunuz, dolayısıyla siyaset-denilen, ethiğin bir alt-birimidir ve ehtik-denilen sorunsalı çözüme kavuşturmadan, hiç-bir siyasal sorunun çözüme kavuşturulması olası değildir.

Estetik değerler denilen (güzel/çirkin) alanda göre-ce sorun yoktur. Çünkü bu alana “teorik-akıl” söz/dişini geçirememektedir. Estetik denilen alanda insan denilen, var-oluşunun “derinliklerini” ifadelendirmek istemektedir…

Ehtik-denilen alanın “sorun-olarak” görülmeye başlanması aynı zamanda “sorunun-kaynağını” oluşturmaktadır. İşte bu göz-ardı edildiği için, şimdiye değin “teorik-akıl”, ethiğin içinden çıkamamış, çıkmak şöyle dursun, bataklığı-kendisi yaratmıştır ve yarattığı o bataklığın içinde yine kendisi çıkmak için çaba gösterdikçe daha fazla batmaktadır, engelinin yine kendisi olduğunu “görüleye-bilecek” yetiye sahip değildir.

Salt-dolayımsız olan, olması gereken “eylemin”, sorunsal-haline gelişinin temel nedeni, hakikat peşinde olan “kurgucu-spekülatif” düşünüş biçimidir. Doğa-dediğini “de-şifre” etmeye ve bu alandaki “hakikatleri”, “gerçeklik ve doğrulukları” bulmaya çalışan metin, sonraları bu türden olan çabalarını “yaşam-sal” denilen alana çevirmeye başlamıştır. İşte bu sürecin sonunda “üretilen-kurgular”, giderek yaşamsal-alanda da “gerçek-doğru” arama alışkanlığını beraberinde getirmiştir (Bu alışkanlık insan-denilende o denli yerleşik “şartlı-reflekse” dönüşmüştür ki, bu yazıyı okuyan çoğu insan, “e her halde, yaşamda da “doğru” ve “gerçek” aranacak, bu gerzek neler zırvalıyor şeklinde düşünce içerikleri oluşabilecektir.).

Bu süreci “sistematik” ve kurumsal-alışkanlığa dönüştüren, Sokrat-Platon-Aristo üçlüsüdür. Onların oluşturduğu, “indüvalist” ve “entelektüalist” ehtik-anlayışı, onlardan sonra gelenleri de bu çabanın içine sokmuştur ve böylelikle “zihinsel-şartlanma” başlamış, günümüze kadar gelmiştir. Doğru/iyi eylemi, “erdemi” getiren “bilgidir”, dol-ayısıyla neye-göre nasıl yaşamalıyım sorusunun cevabı budur, “bilgiye-göre”, peki “hangi-bilgiye göre”, “yapısı şu türden olan bilgiye göre”, hayır insan denilen varlık, bilgiye-bilmeye göre değil, “hazza-göre” eylemelidir, hayır haz da değil, “ben-e” göre eylemelidir, hayır o da değil, “fayda-ya” göre eylemelidir, hayır o da değil, “Yaradan’ın-bildirdiği” kurallara göre eylemelidir, buna göre eylemeyenlerin “katli-vaciptir”, yürüyün bre kâfirlerin üzerine, hayır o da değil, bunlar dogmatik “gerici-düşünüşlerdir”, “demokratik-olmak” gerekir, gök-yüzünden indiği düşünülen “mesajlara göre değil”, “evrensel/rasyonel” kurallara göre bir-arada yaşanılmalı, eylenilmelidir vs. vs. vs. türünden “kör-dövüşleri” getiren süreç tam da bu şekilde başlamıştır.

Bu sürecin başlamasıyla birlikte “Pandora’nın-Kutusu” da açılıp, tüm kötülüklerini yaşam-denilenin içine boca etmeye başlamıştır. Teorik düzlemde başlayan “hakikat” gerçeklik arayışları, öncelikle “farklı-sanılan” hakikatleri ve bunlar arasındaki “horoz-dövüşünü” doğurmuştur, “benim hakikatim senin hakikatinden daha hakiki şeklinde”, örneğin şu sıralarda, “Hıristiyancı-hakikatçiler ile, Müslümancı-hakikatçiler arasında böylesi bir horoz-dövüşü yaşanmaktadır ve bu “oldukça” traji-komik bir dövüş-me biçimidir, “aslında” bir-birlerinden hiç-bir farkları yoktur, ancak, “paradigmaları” böyle –söylediği” için ve “kapışmayı-buyurduğu” için onlar da kapışmaktadırlar…

Bu sürecin başlamasıyla birlikte, yaşam-denilen “kurguya/metne” göre yaşanmaya başlamış, sonuna değin olması gereken, “spontan/otantik” yapısını kaybetmiştir. Oysa, her-şeyden ötede ve “öncelikle” aslolan-yaşamsal denilendir ve bunun dışındaki her-şeyin ona ilinti-araç kılınması gerekirken, tam-tersinir bir süreç yaşanmış ve yaşam metne ilintilenmiştir, işte bu noktada da, insan-denilen yaşam-akışı içinde olan-kendisi denilene yabancılaşmış, “travmatik” bir varlık olup çıkmıştır.

Sürecin doğurduğu en tehlikeli yön ise, hayat denilene “kuralları-dayatmak” olmuştur. Günümüzde bile, sofistike-septik düşünüşe sahip olmayan çoğunlukta şöylesi bir algı-biçimi var, “kuralsız yaşanmaz”, oysa kurallar, “onursuzlar-içindir” ve insan denileni, “yaşamından-kopararak” onurundan eden bu sürecin kendisidir ve bu süreç “kitlelere-kendisini” dayatmış, bunu bir “yazgı-halindeki” kabule çevirmeyi başarmıştır, “kuralın-olmadığı yerde, hayat var-olamaz”, tam-tersine kuralın-olduğu yerde, hayat kendi-doğal yatağından koparılmış demektir. Buna karşın çoğu insan denilen derki; iyi de bizler hayvan-değil birer insanız” ve insan olmak “kurallı-yaşamayı” zorunlu kılar, bu türden “argümanlara” sahip olan insanlar, kuralların-kaynağı üzerine pek-düşünmezler ve daha da ötesi aslında “uydurdukları bu kurallara” hiç-kimse uymaz, “olduğu-gibi”, evlilik kurumu gelir kurallarıyla birlikte, kimse uymaz, adına “aldatma-deyip”, ağlayıp-sızlanırlar, dinle ilgili kurallar koyup, sonra uymayıp günah-çıkarıp dururlar, vs. vs. yazması bile sıkıcı, bu saçma-sapan “iki-yüzlüce duruşları”, Nietzsche’nin “insanca pek-insanca” dediği tutum da budur işte… Çoğunluğun, ahlak-töre ve tüze dediği, “iki-yüzlüce” şarlatanlıktan başka bir-şey değildir. Her-türden ahlak ve ilintisi olan kurallar, sonuna kadar şarlatanca bir “ahlaksızlığın” göstergesi olmaktan öteye gidemezler…

Çünkü; yaşam-denilen her-zaman “öğreti” ve “kurallardan” fazladır ve hiç-bir öğreti, inanç sistemi, kurallar bütünü onu “sonuna-kadar” kapsayıp/kavrayamaz. Tarihsel-süreç içinde, yaşamla kurallar/öğretiler arasında bir çekişme yaşanmıştır, kuralların onca “caydırıcı-olması” düşünülen yaptırımlarına karşı, “yaşam-denilen” dizginlenememiştir ve hatta bu dizginleme çabasına karşı, “suç-denileni” artırarak tepki vermiştir.

Kurallar-denilenler, nerden, nasıl ve ne-adına ortaya çıkmıştır? Her-kuralın gerisinde bir “öğreti-olmak” zorundadır, “şöyle-yapmalısın” buyruğu, “tek-başına” var-olamaz, öte yandan hiç-bir öğreti yaşamın-devingenliği, dinginliği karşısında kendisini “güvende-hissedememektedir”, yaşam-denilen her-an o öğretiyi “param-parça” etmeye hazırdır, işte bu “kaygı-nedeniyle” öğreti sistemleri kuralları-dayatarak kendisini ayakta tutmaya çalışmaktadır. Örneğin, “X türünden” bir “inanç-sistemi”, ortaya çıkarılış sürecinde “kurallarıyla-gelmek” zorundadır ve o kurallarıyla, insan ve hayat denilenin “yaşam-enerjisini” burkup, her-ikisini de “iğdiş-edip” kısırlaştırmaya çalışmaktadır. Bunu-yapmadığı zaman, kendi var-oluş zeminini kaybetmek durumunda kalır. Kuralları-yaptırımları olmasaydı, kaç-kişi “ilahi-dinlere” inanmaya devam ederdi? Cennet vaadi veya cehennem azabı korkusu olmasaydı, kaç-kişi “inançlı-olmaya” devam edebilirdi?…

Kurallar, sadece “biçimsel-formel” olarak dışardan verilmez, çok “sinsice” içsellik-kazandırılır ve hatta insan denilenler, bunlar üzerinden “üretilir”, “sistemlere-pazarlaması” yapılır.
Kısacası, ahlaki, dinsel veya hukuksal içerikteki tüm-kuralların amacı, sanıldığı gibi, hayatı düzenleyip “mümkün-kılmak” değil, tam-tersine, “yaşam-enerjisini” baskılayıp, durdurarak, sistemlere/iktidar odaklarına -hizmet etmektir. Bu şekilde “yetiştirilmiş-özne-artıkları”, sürekli iktidarlara servis-yapmaktan başka bir işleve sahip değildir.

Muhafazakâr değerlerin baskın olduğu bir Karadeniz kasabasının sahilinde, kız-kardeşimle bir ağacın altında akşamın 8–9 sularında oturmuş sohbet ediyoruz, bir-den bire etrafımızda 5–6 genç-peyda oldu ve son derece küstah, destursuz bir biçimde bizi sorgulamaya başladılar. Kimsiniz, utanmıyor musunuz, arkada evler aileler var vs. vs., kız kardeşim ağlamaya başladı, ben “öfkeden” gerildim, “kas-ketlenmesini” yaşadım, ne konuşabiliyorum, ne de eyleye-biliyorum, kardeşim, o benim abim demesine rağmen inanmıyorlar, kendilerinde şu hakkı sorgusuzca görüp, “kimliklerinizi gösterin” diyebiliyorlar…

Şimdi bu durumu “nasıl-okumak” gerekiyor, kendilerini “namuslu-ahlaklı sanan” bu “zavallı” namussuzca ve ahlaksızca tutum karşısında nasıl bir duruş sergilemek gerekiyor? Nietzsche’nin, “zavallıca-dediği” tutumun bire-bir “somut-karşılığı”. Bu gençlerin-kendisi aslında kardeşimle yaşadığımızı düşündükleri şeyi kendileri-yaşamayı istiyor, hem-de sonuna değin, ancak içlerindeki bu “yaşam-isteği” canavarının “uyanmasından” korkuyorlar, işte bu korkuyla savaşmamak ve bununla yüzleşmemek adına bir “ahlak-düşkünü” kesiliyorlar, bir anlamıyla deklere ettikleri şu; “ben yaşayamıyorum, o halde hiç-kimse yaşamamalı”, kapanın-örtünün, böylelikle ben de kendimi “güvende-hissedeyim”…

İşte, ahlaki/törel ve tüze denilen içerikteki tüm öğreti ve kurallar bunun ifadesidir ve bu ifade ediliş biçimi “yaşamda-söküp” çıkarılmalıdır, bu da “öğreti-denilenleri, “kaynağında-kurutabilmekle” mümkündür.

Bir başka örnek, bekâr üç erkek arkadaşla birlikte bir evde kalıyoruz, üstümüzdeki dairede bir taksi şoförü oturuyor, eve zaman zaman bayan arkadaşlar, kız öğrenciler çeşitli nedenlerle gidip-geliyor, bunun üzerine mahalle sakinleri, gidip bizi ev-sahibine şikâyet ediyor, bunlar eve karı-kız atıp âlem yapıyor diye, ev sahibi çağırıyor, bi sürü şey söylüyor, bu insanların algı-anlam dünyaları gereği, “konuşma-zeminini de” bulamıyor insan, heh, bundan sonra daha dikkatli oluruz deyip evden ayrılıyorum. Bir hafta sonu arkadaşlarla oturmuş, ertesi gün mesai olmadığı için, sohbet ediyoruz, birden kapı sertçe vurulmaya başlıyor, kim o diyorum, üst-komşu diyor, tetikte bir şekilde kapıyı açıyorum, alkol almış, ayakta zor-duruyor, naralar atıyor, elinde bir bıçak ve şunu diyor; “ülen burada ha bire âlem yapıyonuz ve bi kez olsun beni çağırmadınız, bu delikanlılığa sığar mı ha? İşte bir “namuslu-namussuzluk” örneği daha ve bu ülkede bu türden olan, namus-bekçilerinin sayısı oldukça fazla, içlerindeki “yaşam-enerjisinin” baskısının korkusuyla bir “ahlak-canavarı” haline gelen kesim, Nietzsche’nin çok “teorik/spekülatif” sanılan çözümlemeleriyle “bire-bir örtüşen” durumlar, “ahlak-denilen” her türden “öğreti” biz-zat “ahlaksızlığın” kendisinin ifadesinden başka bir-şey değildir…
Sonuç olarak, “kurgucu-düşünme” ve uzantısı getirisi olan, “düşük-nitelikli” “değer-anlayışlarından” kurtulunmadığı sürece, “ehtik-denilen” sorun-yumaklarının içinden çıkabilmek şöyle dursun, bu konuda düşünmeye çalışanın kendisi de yumağın düğümleri-haline gelir, kendisini kaybetmek zorunda kalır, yumağı çözmek yerine bu sefer “kendisini-çözmeye” çalışır.

Neye göre nasıl yaşamalıyım, insan edimlerinin “temel-amacı” nedir gibi sorularla ve bu soruları hazırlayan zeminlerden hareketle, “yaşamsalı-çözündürmek” olanaksızdır, olanaksızlığın da ötesinde, bu duruş/biçimi sorunun doğurucusu konumundadır…

Yaşamak, bir sanat-eseri gibi ve kadar dil-siz, ucu açık, “çağrışımsal” ve “kendi-kendisiyle” baş-başa bırakılmalıdır, o ancak bu durumda kendi “hakikatini” ve “doğrularını” bulacaktır

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder