“Her şeyin üstüne yükseldikten sonra ve her şeye yukarıdan bakarak ironi aşılır, ama kişi kendisinin üstünde yükselip, böylece gerçek irtifasını bularak o baş döndürücü yükseklikten kendi hiçliğinde kendini görebilirse olur bu ancak”(*1):Cogito dergisinin “ironi” özel sayısı üzerinden, Prenses Brambilla
İlk çıktığı zamanlarda, “bedenin dili” adındaki kitaplar oldukça revaçtaydı ve çok okunuyordu. Ayak bacak üstüne şu şekilde atarsanız, bunun anlamı şudur veya şu kişilik yapısına sahipsiniz, konuşurken saçlarınızı savurursanız, erkeğe şu mesajı veriyorsunuzdur, konuşma sırasında ellerinizi şu şekilde kullanıyorsanız, şöyle-böylesinizdir v.s. Bu türden kitapları “ş-öylesine” bi karıştırdıktan sonra hep şunu düşünmüşümdür; bu türden kitapları okuyup da bunların içeriklerine “inananlar”, kitapları okuduktan sonra acaba bedenlerini nasıl kullanmaya başladılar? Tüh ülen, bak ellerimi yine şöyle yapmayı unuttum, oturma sırasında yanlış ayağı yanlış bacağın üstüne attım… Tam ci-em yılmazlık bir durum, bunu kullanmışımıdır ki! Bu durum sanırım “ironi-denilenin” en tipik örneksemelerinden birisidir.
Son-ilk söz ayrımına gerek yok… Sadece “öylecene” yazmalı-söylemeli insan… Giderek diline uyarlanan insan, yine giderek bu uyarlanmışlığının uyarılmışlık hali ile, bedenini diline uyarlamaya çalıştı, “eline, beline, diline hakim ol” değer-taşıyıcıları ile birlikte. Freud amcam, “uygarlık baskılanışın tarihidir” diyor, bu tarihsel süreç içinde insan denilen, “haz-ilkesinden”, “olgusallık ilkesine” geçirilmeye çalışıldı, çalışılıyor… Ortalıktaki “k-alıntılara, takozlara” bakılır ise, bu uğurda azımsanamayacak bir mesafe kat-edilmiş durumda, bu yolda atılmış her adımın ayaklarının altında, katl-i vacip olarak görülen bedenin inleyişleri vardır…
“ideal arayışının hiçbir ideali yoktur, zira her ideal, yerinde bir alegoriden daha fazla bir şey değildir, bu alegori kendinden daha yüksek bir ideali gizler ve böylece sonsuza dek sürüp gider. Şair böylelikle ne kendisinin soluk alıp dinlenmesine izin verir ne de okurun, zira dinlenme şiirsel edimin tam tersidir. Sahip olduğu tek dinlenme, şiirsel sonsuzluktur, bu sonsuzlukta ideali görür şair, ama bu sonsuzluk zamana bağlı olmadığına göre –ve bu yüzden ideal- bir an sonra alegoriye dönüştüğüne göre…. Bir hiçliktir” (*2):Cogito dergisinin “ironi” özel sayısı üzerinden, S.Kierkegaard, Der Begrif der İronia
İnsan beden-denilene yöneldiğinde kala-kalıyor, sözleri nerden nasıl başlatabileceğinin karmaşasını yaşıyor. Karşısında tüm zamanlarda boyun eğdirilmeye, iğdiş edilmeye, yaşamsal olanakları sürekli olarak elinden alınmaya çalışılan bir yapı var. Daha da ötesi sürekli “hor-görülen”, aşağılanan, törpülenip kalıplandırılmaya, yapılaştırılmaya çalışılan bir alan. Platonik ide-alizme göre (platonik, “platona ne kadar da “uyuyor”) insan denilen çifte-koşumlu bir at arabası, arabaya bağlı bir siyah bir de beyaz at var, beyaz at ha bire arabayı “idealar, tinsel alana doğru taşımak isterken, siyah at arabayı sürekli “madde-karanlık” alana doğru çekmek istemektedir. Eş deyişle insan denilen, ruhuyla, tinseliyle göklere, bedeniyle de “maddeler-dünyasına”, sanılar alemine yakındır, öyle ya bu dünya en nihayetinde bir “sanılar-dünyasıdır”. İşin ilginci, platon özelinde tüm idealist rasyonalistler ve üst bağlamındaki realistler, uydurma-sanılarını “gerçek-kabul” ederken, “gerçeğe, deneyim alanına” daha yakın olanı “hor-görüp”, iteleyip kaka-lamışlardır, oysa kakaları, onların bu “steril-idealize” hallerini dinlemeden “dışarı-çıkmaya” devam etmişlerdir.
Bu platonik “incelme-hali” tüm dinsel inanışlara s-inmiştir. Dinlerin tümünde, bir “steril-temizlenme” çabası vardır ki sormayın gitsin, beden terbiyesine dair bin-bir envai çeşidinden denetim altına alma, baskılama teknolojileri üretilmiştir, akla ve hayale sığabilecek türden. Sanırım Foucault, batı değil de doğu kültürleri içinde yaşamış olsaydı, “beden denetimi teknikleri” konusunda, daha ilginç ve belirgin çözümlemeler üretebilirdi sanırım… Sünnetinden tutun da, abdestine, oruç tutmaya kadar… Bunlar, bedeni giydirme çabalarının “görünür kısmı”, en dip-derinlerde yapılıyor asıl işlemler. Bedeni, zapt-ü rapt altına alıp, onu ıslah etme çabaları, sadece kutsal olduğu söylenen dinsel söylemlere dair değildir, bunların ötesinde ve buna karşı tepki olarak doğduğu söylenen “sekülerizme dayalı” modernizm de, dinsel alanda olduğu kadar “kaba” ve “görünür” olmasa da, beden üzerinde incelikli, sezdirmeden ıslah etme teknolojileri uygulayarak, bilincin bağlaşığı olan tinselliği yüceltmeye çalışmıştır, öyle ya, insan denilen bilinci-tinselliğiyle dünyadaki diğer varlıklardan ayrı ve “üstündür”. Kısacası, dinin bedenin içine sokuşturduğu ve aynı zamanda ona “karşıt-kıldığı” tanrısal öz olan “ruhun-yerine”, bilinç-tin denilen “cevheri” koymuştur, yapı değil sadece bir “yer-değişimi” işlemine başvurmuştur. Zaten “psikoloji-denilen” bilimin sözce anlamı da “ruhun bilimidir”. Bu ruh denilene “ince ayarlar” yapılarak, onun yerine çaktırılmadan tin/bilinç geçirilmiştir.
Görüldüğü gibi, tarih denilen arenada, beden-denilen, dilin-metnin düzlemine alındı ve dilin-dili ile okunmaya başlandı. Bu okuma biçiminden beri, bedence susulan “dilce konuş-ulan” çağlarda yaşar olduk. Bir tür “kesik-baş” halinde olan zombilerdik ve artık. Yaşamımız dediğimiz, boğazından kafası koparılmış tavukların “reflexif-edimlerine” benziyordu.
Dilce adına “beden-denilen”, metnin “yapı-laştırıcı” tezgahında “çarmıha-gerilmişti”. İsa'nın kabaca-çivilenmesinden öte, çok incelikli, titiz bir cerrahi operasyonla beden, “iğdiş-edilmeye” çalışılıyordu… Onun içindeki şehvetli ayartıcı ve baştan çıkarıcı kısacası “şeytani” ve “yıkımcı” tüm unsurlar, “yüreğine kazıklar sokularak” dışarı çıkarılmalıydı. İsa’nın “gövdesinin” çarmıha gerilişi, sanıldığı gibi “tinsel-yükselişinin” değil, tin-sellik denilen adına bedene bedel ödetilmesinin sembolüydü. Daha neler yapılmadı ki, insan denilen tinsel idealleri için insan kurban-etmeyi dahi “meşrulaştırmaya” çalışır iken, “ara-besk” bir kıvırtma ile son anda çark-ederek, koç-kurban etmeyi meşrulaştırdı.
“Beden büyük akıldır, ortak kabul gören çokluktur, bir barış ve savaş halidir, sürü ve çobandır. Tinim diye adlandırdığın o küçük aklın senin ey kardeşim, bedenin bir aygıtından başka bir şey değildir, hem de küçük bir aygıt, senin büyük aklının bir oyuncağı” (Zerdüşt, Nietzsche)
Bir yanda “yaşam-istencine tabi” ve bunu olumlamaya, süreğen kılmaya ayarlı büyük akıl, diğer yanda cogito-kaynaklı küçük akıl. Küçük aklın varlık-var oluş gerekçesi, büyük akla hizmettir. Çıkış noktasında ve sonrasındaki o ilk zamanlarda küçük akıl, efendisine boyun eğmiş ve ona hizmet eder durumdaydı, tarihsel denilen süreç içinde giderek bu küçük akıl, “sorun-çıkarmaya” başladı. Gücünü ve yapısını ve ereğini büyük akıldan alan bu küçük akıl ne ve nasıl oldu da, büyük akıl bağlamında “sorunsallı-hale” geldi? Daha da ötesi gelebildi mi? Tümel-tikel, bütün parça bağlamlarında aldığımızda, bu sorunsalı nihai olarak çözündürmek olanaksızdır, çünkü bu bağlama geçtiğimizde artık “spekülatif-alana” kaymış oluyoruz. Küçük aklı, insanın “bilincini”, büyük tümel akıl bağlamında nereye konumlandıracağız? Bu büyük aklın, kaçınılmaz, zorunlu, sonuna kadar “doğal/yapısal” bir son-ucu muydu yoksa kaçınılabilir, konjonktürel bir durum muydu? Bu sorgulamalar zaten “küçük-akıl” alanının sorunlu olan yönlerinden birisi, bu anlamda da “spekülatif bir” durum. Yani bu türden soru ve sorunlar karşısında nihai bir çözüm bulmak olanaksızlıktır. Bu saptamalar, sorundan kaçış veya üstünü örtmek değil, sorunu netleştirip sınırlandırmak çabasının ürünüdür. İnsanın bedensel-dirimsel, büyük aklını bir yana bırakır isek (çünkü orada bir sorun yok), küçük aklının, kozmotik veya kaotik olan evren içindeki durumu nedir? İnsan denilen bilinci ile, bilinçlenmek ile, doğadan koptu mu yoksa bu haliyle hala onun “doğal-yapısal” uzantısı mı? Bu sorgulamalar bizi neyin “doğal-yapısal”, pozitif statü, neyin yapay-negatif statü olduğu sorgulamasına götürür ki, bu sorgulamayı “nihai-olarak” bitirmek olanaksızlıktır.
Tüm bu “spekülatif-tartışmaların” ötesinde, beriye, yaşam alanına geldiğimizde, “kesin-olarak” şunu gözlemleyip yaşamaktayız, daha uygunu şunu yaşadığımız için şu gözlemi yapmak durumunda kalıyoruz veya daha da uygunu, şunları “yaşadığımız” için şunu görmek durumunda kalıyoruz; küçük akıl, büyük bedensel aklın hücrelerinin içinde her geçen zamanda giderek ve artarak bir kanser-virüsü gibi yayılıp, onun bağışıklık sistemine zarar vererek, yaşamsal ritminde, metabolizmasında aksaklıklara yol açabilmektedir. Bu saptama spekülasyonu içermiyor mu diye soranlara, cevabım kesinlikle “hayır-olacaktır”. An be an küçük aklın yaratmış olduğu sorunlarla boğuşuyoruz, yaşamın her bir alanında.
Adına insan denilen varlık, yaşadığı sorunlar-zorlanmalar karşısında ilk olarak şu düzlemlerde “çözündürme” yaptı; insan “çifte-karakterli” bir varlıktır, bir yanıyla (ruhu) tanrısal ve saltık iyi-olana, diğer yanıyla da, (nefsi) tanrı dolayımlı ama yine de saltık kötü olan şeytana meyleder. Dünya yaşamı, iyi-ile kötünün (hak-batıl) savaş arenasıdır, bu arenada bazen şeytan (kötülük) bezen de tanrı (iyilik) kazanır, bu savaşım sürecinde insan iradesine-öznelik kısmına düşen şey, şeytan ayartmaları karşısında “uyanık olmak”, tanrısal inayete yönelmek, şeytanın ayartmasına her zaman açık olan “nefsini-bedensel iştihasını” törpüleyerek, yaşamı ve bedeni üzerinde, tinsel-ruhsal güçlerin hâkim olmasına yardımcı olmak…
Gel zaman git zaman dünya üzerinde bazıları şunun farkına vardı. Dünya içinde olup-biten her şeyin “faili” ve varsa “ereksel” ve “formsal” nedenleri yine bu dünyanın içindedir, cennet de cehennem de, savaş-da barış ta bu dünyanın içindedir. Dünya dışı ve aşkın var-olduğu düşünülen güçlerin (onlar sahiden de varsa bile) bu dünyadaki olan-bitenler ile ilişiği yoktur ve olamaz da, bu dünya içinde bizler bizlerle baş-başayız.
Sekülerizm denilen bu “dünyevileştirme” hareketi, yaşamsal sorunları şu şekilde tanılamaya başladı; “cogito-kaynaklı” küçük akıl denilen, “yapısal-olarak” sorunlu değildir, onun bazı “kullanım-biçimleri” sorunludur. Tanrı ölmüştü ve iyilik ile kötülük merkezsizleşmişti. Eski dünya, yeni duruma nispeten daha belli ve netti, bir yanda salt iyi istence sahip ve onun kaynağı olan tanrı diğer yanda şeytan vardı, savaşın bağlamı ve bu bağlamda yapılacak olanlar ayanıyla beyan durumdaydı. Bu eski dünyanın yerinden edilmesiyle birlikte, insan denilen yoğun bir şekilde, iyi ve kötü üzerine tartışamaya başladı. Modern-ite denilen yeni-sanılan dünya düzeni başlangıçta umutlu ve iyimserdi, üzerine oturmaya çalıştığı “rasyonalitenin”, bu ve ilgili diğer tüm güçlükleri aşabileceğini düşünüyordu. Yine gel-zaman git zaman oldu ve modern dünya denilen alan, 20. yüzyılda “dünya-savaşlarına” tanık oldu…
Modern zamanların sıkıntıları giderek, post-modern durumları ve söylemleri yeşertmeye başladı. Akla olan umut ve inanç giderek akıl eleştirisine dönüştü. Tanrılığı yerinden eden akıl, şimdi kendisiyle boğuşuyordu Ortalık oldukça karışmıştı. Modern zamanlarda yapılaştırmanın ve eleştirinin “aracı olarak” konumlandırılan akıl denilen giderek “kendisini-mercek” altına alıp didiklemeye başladı. Bu süreç hala devam etmektedir. Eski zamanlara göre, şimdiki zamanlarda durum oldukça karmaşık ve zordur. Eski zamanlarda, bir şekilde hakim bir paradigma vardı ve gerek yapılar gerekse eleştiri yoluyla yıkımlar bu paradigma üzerinden yapılıyordu, modernizm sonrası “post-modern” zamanlarda ise, “paradigmanın-kendisi” sorgu konusu yapılmaya başlandı ve bu durum da insanlık denilene tam bir keşme-keşi sundu.
Eski zamanların geleneksel ve dinsel dünyasını savunabilecek durumda olmayan, öte yandan liberalizm bağlamında sekülarize ve rasyonalize edilmiş yeni dünyadan da memnun olmayanlar, “eleştirel-yaklaşım” olanaklarını ellerinde bulundurmaya devam ettiler. İşte bunlar arasında sıkı tartışmalar başladı. Sorun “rasyonalitenin” kendisinden mi yoksa onun kullanım biçiminden mi kaynaklanıyordu?
Zurnanın zırt dediği veya dananın kuyruğunun kopma noktası burasıydı işte, her türden yapılaştırılmanın ve eleştiri olanağının temel dayanağı olarak kabul gören ve ilan edilen akıl denilen sorgu konusu yapıldığında durum ne hal alacaktı? Aklında sorgu konusu yapılmasıyla birlikte, akla dayanılarak oluşturulmuş olan tüm yapılar da yerinden edilmeye başlandı. Aklın kriz girdaplarına sürükleniyor olması, akıl tutulmasını yaşayanlar için tam bir baş-belası durumdu, öte yandan bu kriz, büyük-bedensel akıl için oldukça kritik ve önemli işlevleri yüklenebilirdi, bu krizin izleğinden gidilerek, kaybettiklerimize yeniden kavuşma olanağını elde etmiş oluyorduk;
Her organizmanın düşündüğü, bütün organik oluşumların düşünmeye, hissetmeye istemeye katıldıkları, dolayısıyla beynin yalnızca devasa bir toplama aygıt olduğu burada kabul edilmiştir (Nietzsche, Fragmanlar-40)
Rasyonalistlerin, aklın insanda önsel-apriori olduğu tezine karşı, ampiristler, beynin doğuştan “tabula-rasa” durumunda olduğunu, insanın giderek, duyumları ve tecrübeleri sonucunda akıllandığını söylerler. Eş deyişle, akıl denilen, “deneyimàsonuçà(deneyim üzerine geri bildirim)àyeni deneyim şeklindeki döngüselliğiyle devam eder, etmesi gerekir. Bu döngüsellik kırıldığında veya düz-çizgi halinde açılmaya başlandığında sorun ortaya çıkar. Modern zamanlar, kendilerini hazırlayan dinamiklerin etkisiyle, insan aklını-beynini, gövdesinden ve bağırsaklarından koparmıştır, merkezi sinir sistemi denilen beyin, aşağı-taraflarından tamamen kopartılarak, insan denilen bir “kesik-baş” zombi haline getirilmiştir, “salt-kafa”, şiire, sanata, duyumsamaya uzak, konformist pragmatizme ayarlı bir düşünce. İşte tam da bu noktada, aklın “tutulması” ve krize sürüklenmesi, tüm bu durumların fark-edilebilmesi noktasında işlevsel olabilecektir, değilse de “can-alıcı” olmaya devam edecektir. (Lütfen yazının girişindeki alıntıyı tekrar okuyunuz)
Her çeşit canlının harikulade bağlantısı, üst faaliyetler ile alt faaliyetlerin bir birine uyarlanma ve bütünleşme tarzı, körcesine ya da mekanik olmayan, ama eleştirel ihtiyatlı titiz, hatta isyankar olan bu çok biçimli boyun eğiş; cebir çarpım tablosundan nasıl üstünse, “bedenin” tüm fenomenleri de entelektüel açıdan bilincimizden, “tin”-im-izden, bilinçli bir düşünme, isteme ve hissetme tarzlarımızdan üstündür”.(Nietzsche, Erk İstenci-266)
Son dönem “pısırık-romantikleri” hep şunu der, içindeki sese kulak ver, yüreğinin götürdüğü yere git, içindeki çocuğu fark et v.s. Akıl tutulmasına yakalanan bazıları, çözümü “yürek-dedikleri” sığınağa kaçarak kurtulmaya çalışırlar, oysa onların yürek dediği, tam da bir akıl-artığıdır, akıldan pısırıkça kaçışın aracı haline getirilmeye çalışılan “sezgi” denilen şey, oysa tüm bunların yerine ikame edilmesi gereken şey, “yaşamsal-içgüdülerdir”, eğer sahiden de “iç-sel” bir sesimiz var ise, bu “tamahkar tarihin” ger-gafleri üzerinde çarmıha gerilen ve itina ile üzerine “tinsel-alanın”, sahtekarca boyalı ilmekleri ile düğümler atılan “yaşamsal-içgüdülerimizin sesidir” ve onları dinlemek gerekir. Aklın ve akla tutuklu yürek denilenin değil, yaşamsal istencin sesine kulak vermek gerekiyor;
Deha iç-güdüde yatar, iyilik de. Yalnızca iç-güdüsel edim kusursuz olabilir (Nietzche, Erk İstenci, I-276)
Dünyayı ve yaşamı de-şifre edebilmek için, bedenin bakış açısı içine yuvalanabilmemiz gerekir. Bunun başka da bir yolu yoktur. Hep diyorum, yaşamak ve onun adına direnmek için bize, akıl-fikir, düşünce değil, “deli-kanlıca” bir yürek gerekir. Entuisyonistlerin sözünü ettiği o sezinin-kaynağı olarak düşünülen yürek değil bu, yaşamın yüreği, yaşıyor ve onu istiyor olmanın nefesiyle körüklediği gümbür-gümbür atan bir yürek, işte bu yürek yaşamsal-sorunu anlar ve gerektiğinde onun için ve onun adına direnişe geçebilir.
Müdrike ve genel olarak bilinçli tin yetileri, bedenin ilettiği talimatlara bağlı olarak, ancak tesadüfi biçimde müdahale etmek üzere çağrılmışlardır.(Nietzsche, Erk İstenci, I-278)
Ç-ağlar boyunca sus-tur-ulan, üzeri çeşitli örtülerle kapatılıp, köşe-bucak ortalık yerlerden kaçırılmaya çalışılan beden, modern zamanlardan itibaren, serbest bırakılarak, serpilip boy göstererek “piyasa-edildi”. Özellikle de adına kadın denilenlerin “bedeni”, kalça-kalça, göğüs-göğüs, porno-grafi mezesi yapılmaya başlandı. Maskeli çıplaklık, örtü-severliğe tercih edildi. Çağımız artık (veya artık-çağımız), cilalı imaj-teşhirciliğinin boy gösterdiği, “röntgenci” bir kültüre dönüştü. Bunlar beden üzerine oynanan oyunların, suyun üzerindeki görünen kısmıydı. Asıl sular, saman altından yürütülüyordu, okul ve kışlalardaki “jimnastik eğitimleri”, uygun adım yürüyüşler, vücut geliştirme, güzelleştirme sektörleri, beden terbiyecisi sağlıkçı ve doktorlar v.s. sanki yüz-yıllardır dünya üzerinde yaşamasını bilen-beceren, arıların, börtü böceklerin, ayıların “doktorları da” varmış gibi. (Bunu yazdım ya, şimdi bazı “akl-ı evveller”, hemen şunu der, bu gerzek “hayvanlığa-geri” dönmemizi istiyor, sanki “hayvanlıktan-öteye” adım ata-bilmişiz gibi)
Tüm bunlar “küçük-aklımızın” bize oynadığı oyunlardır. Bizim bu küçük aklımız, doğa-denilen o “muhteşem-kusursuz” olanaklar karşısında hep şaşkınlığı ve “ürpertiyi” yaşar… Ürperiş, ne kadar da hoş-ilginç bir sözce, su karşısında ürperiş, dağ karşısında ürperiş, karınca kolonisi karşısında ürperiş, okyanuslar karşısında ürperiş… Şu dikkatimi çekti, yakın çevremde iki insan var ve bu iki insan da gündeliğin rutininde olabilecek en berbat sorunları yaşıyorlar, yuvaları dağılmak üzere v.s ve bu birbirini tanımayan iki insan da, buldukları her boş zamanda, “deliler gibi, tutkuyla” bulmaca çözüyorlar, gazetelerin bolca olan o bulmaca eklerini hep yanlarında taşıyorlar, işte ironi bu… yaşamsal zeminde param-parça olmuş olan insan, zihinsel zeminde tamlık-yanılsaması yaratarak kendisini rahatlatmaya çalışıyor.
Küçük akıl denilen, tarihsel süreci içinde giderek büyük-aklın hizmetçisi olmak konumundan ayrılarak, “anlamsala-yönelmiştir”, anlam arar, anlamla doyum bulmaya çalışır hale gelmiştir. Ha bire dünyaya, olmakta olanlara, olay ve şeylere belli türden anlamlar-yükler, bununla da kalmaz bu anlamları, üst-bağlamda” “bir-leştirmek” ister. Anlam doymaz veya “kendine-rağmen” bir sanal-simülatif doygunluk, “yaşıyor-muş” gibi his-durum yaratılır. Muş gibi yaşamak, giderek nevrozları ve psikozları üretir ve insan açısından dünya denilen bir “tımar-haneye” veya “hapis-haneye” dönüşür. Küçük akıl, nihai-olarak aradığı “tanrısalını” bulup, onunla “vuslatı” mümkün kılamaz, kendi doyumsuzluğu içinde kala-kalır. Büyük akıl, beden onu zaman zaman uyarır, kendi yapısından kaynaklı kızgınlığının, huzursuzluğunun oluşturduğu öfkeyi (psikenin doğum-ölüm anı) bedenine yönelterek, rahatlamaya çalışır. Küçük aklın durumu, yapısal ve zorunlu ve kaçınılmaz olarak, “ironik” ve “trajik” durumdadır. Bu durum, “trajik-ironik”, tüysüz-maymun tiplemesi olan “insani-durumu” getirir. Maymundan yana “küçümseyici”, tüysüzlüğünden yana “yüceltici”. Bu “kısmen-*de olsa” “tüysüz-maymun”, geri kalan diğer “tüylerini de” yolarak “steril-yüceltilmiş” insan “kılığına bürünmeye” çalışıyor, çağımızın “tüy-alma” teknikleri oldukça geliştirilmiş durumda.
En son-*söz olarak; “kim konuşuyor?!” ve eklemek gerekiyor bu soruyu cevaplamadan, “ne denildiğini anlayabilir miyiz!?”
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder