BEN-SİZİNDEN BİR BEN-LİK

Ferda
Benlik, toplumsal-dizgelerin bireyseli denetlemek ve onu kendi düzgülü yapısına uydurmak için kullandığı, “represyon/baskılama” ve “süblimasyon/yüceleştirme” araçlarından birisidir. Bireysele “benlik gömleğini” ters giydiren, düzgülü toplumsal dizgeler, bunun üzerinden bireyselin, “yaşam-enerjisini” ve bütünlüğünü “denetim altında” tutma olanağını elde etmiş olmaktadır. Freud’a göre ego-nun temel işlevi idi libidal/yaşamsal enerji bütünlüğünü, öncelikle baskılayarak-durdurup, sonra da, “uygarlık-doğrultusunda” “kanalize ederek”, bireyseli iğdiş etmek, düzgülü-toplumsalı ise mümkün-kılmak doğrultusunda işlev görmektedir.

Tüm bunların ötesinde, “benlik-bilincinin”, bireyselin kendileşmesi-kaygısı dışında, “harici” başka hiç-bir bir kaygı taşımadan benlik-bilinci kazanma-kazandırma sürecine girilebilmesi ve bunun “kotarıla-bilmesi” mümkün müdür? Bunun tek-mümkün yolu sanırım iktidarsız bir toplum ve dünya oluşturabilmekten geçiyor. İktidar odaklarının olduğu her “örgütlenme” biçiminde, zorunlu olarak bireyseller, kendilik-değerine göre değil de, “iktidaryen” kaygılar açısından işlenecek, buna göre biçim ve içerik kazandırılmaya çalışılacaktır…

Sözcelerin “yürürlükteki” uzlaşımsal anlamlarını ortaya koymaya çalışan “sözlüklerde” ben-lik; “bir kimsenin öz varlığı, kişiliği, onu kendisi yapan şey, kendilik, şahsiyet” biçim ve içeriğinde tanımlana gelmektedir. Ancak “de-facto” süreçler hep bu tanımın tersiniri şeklinde işletilmektedir, bireyseller mümkün olduğunca kendilerinin “ötesine” fırlatılmaktadırlar.

Her-hangi bir insanın karşısına geçip şu soruyu soruyorsunuz; “sen sen misin?” Ben-liğine sıkı-sıkıya, zorlayıcı süreçlerle “şartlandırılan” “eleştirel-düşünüş” dışında yaşayan, “ortalama” insanlar, başlangıçta bu soruyu “abuk” bulacaktır. Ne deyon sen gardaşım, her-halde ben ben-im, görmüyon mu, bas-bayağı, ben benim karşında duruyom işte, benim olduğum yerde başkası yok. İnsanlara dışardan “kendileri-olmayabileceğini” anlatmak sahiden de zor. Oysa bu durumda olanlar, toplum-denilen fabrikanın “ürünü-olan” iğdiş edilerek budanmış, körleştirilmiş, olabildiğince kendisinden köşe bucak koparılmış, kaçırılmış, sürüleştirilmiş insan kalabalıklarıdır. İnsan denilenlerin bu hallerinden tekrar koparıla-bilmesi oldukça zorlayıcı süreçleri gerektirir.

Dünyaya yeni gelen-getirilen bir çocuk başlangıçta sıfırdır, kelimenin gösterebildiği kadarıyla bir “yüksüzlük” halidir. Her ne kadar bunun böyle olmadığına dair birçok söylem varsa da, bunların tümü “dil-sonrası” kurgucu-söylemsel-ideolojik dillerin, kendi kurguları üzerinden “uydurulan yaftalama” durumlarıdır. Çünkü her-şey, dile gelmeden, getirilmeden, dile-konu edilmeden önce, her-ne ise odur, kendisidir, kendisindedir ve kendisin-dendir. Böylesi “bir-şey içinse” dilin söyleyebileceği tek-şey “sıfırlık-yüksüzlük” durumudur.

Çocuk dünyaya “atıldıktan sonra”, “giydirilme süreci de başlamış olur. Bu “sosyalizasyon sürecinde”, tekil insan varlıkları giderek bir “benliğe” sahip olmaya başlar. Hangi biçim ve içerikte, hangi “bağlamda” olursa olsun, giydirilen her benlik “kaçınılmaz” olarak ideolojiktir. İşte “can-sıkıcı” nokta burasıdır. Çünkü “benlik göstergesi”, bir taraftan “O” varlığın, “kendisi-olduğuna” işaret etmeye çalışırken, diğer yandan da sürekli “kendisi-olması” önündeki biricik engeli oluşturmaktadır. Çeşitli türden güç-odakları, kendi kurumsallaşmış varlıklarını sürdürebilmek adına, insan denilenin tekil-varlığın “kendisi-olmasına” izin vermez, veremezler. Sözü edilen sosyalizasyon sürecinde, kurumsal ve otoriteryen-faşizan olan, _yapısal olarak olmak zorunda olan_ “aile” aygıtı, onu “kendisine” benzetmeye çalışır. Kuşaklar çatışması denilen sorun, aile ile-çevresel diğer değerler arası çekişmedir, kimin çocuğu kendisine benzeteceğinin savaşımıdır. Ana kucağından inip, sokağa çıkan çocuğa, sokağın damgası, okulların başlamasıyla resmi ideolojinin ve giderek de “moda-denilen” tüketim-tezgâhlarının damgası vurulmaya başlanır…

Kısacası “benlikler-denilen”, biraz ondan biraz şundan bundan oluşmuş olan, yamalı-eklektik bohçalardan başka bir şey değildir. Bu yazıyı okuyan herkes, kendi-sandığı benliği üzerinde düşünsün. Ne kadar “kendileridirler”, ne kadar “formatlandırılmışlardır?”. Tüm bu kaybedici, saklayıcı süreçlerin içinde, psişe bilimi, sürekli “benliğe-dayanaklar” aramaktadır. Ortaya koyduğu “sözde-dayanaklarla” benlik-denilenlere, kendisi de “yama-vurmaktan” öte bir işleve sahip olamamaktadır. Tarihi boyunca psişe bilimi, düzgülü-toplumsal sistemlere uygun-insan tipi yetiştirmek için çaba sarf etmektedir. Sakın delirme, “delilik üretimi” düşürür, işte tüm çabası bunu engellemeye yöneliktir. Tüm bir psişe bilimi, şu noktada kendisine çıkış-çözüm bulmaya çalışmaktadır. İnsan varlığının her-bir tekilinde, gizil-potansiyel, içrek olarak bir takım, “öncelenmiş” melekeler bulunmaktadır, toplumsal sistemlerin ve bunların içine yuvalanmış psişenin amacı, bu özellikleri her bir tekil varlıkta açığa çıkarmaktır. Bu yapılabildiğinde, o tekil varlık, “kendisini-gerçekleştirmiş” olur. Bu kendini-gerçekleştirme, kişinin “kendisi-alanı” dışında kalan bir yerde gerçekleştirilmek zorundadır. Eş deyişle, önce “kendisine kaybettirilen” varlık, “belirlenmiş-bir alanda”, “sen-sensin” denilerek buldurulmaya, kandırılmaya çalışılır.

Bir “benliğe” vurgu yapanlar, kaçınılmaz olarak bu benlik için, “öncelenmişlikler-izlenceler de” ortaya koymak zorunda kalmaktadırlar. Bu kurgucu, üst-söylemci düşünüş biçiminin olmazsa olmazıdır. Benlik-dediğinizde, bu benliği “doldurmak” zorundasınızdır. Peki, bu benliği, varlıktan doğaya, doğadan topluma, toplumdan kültüre, kültürden insana, insandan tekil varlığa, “bireysele-geçiş” yapmaya çalışırken, bu “bireysele-dair” yüklemlediğiniz, “benlik” kim-liğinin içini nasıl dolduracaksınız? _Görüldüğü gibi “harcama” peşinen yapılmıştır zaten ve bundan sonra da benliğe ulaşmak olanaksız hale gelir._ Hem tümel insanlık hem de tekil bireysellik bağlamında sürekli devinen, değişim-dönüşüm süreçlerini yaşayan bir varlığı, hangi-sınırlar içinde tutup da nasıl “kim-lik kazandırabileceksiniz?”

İnsanlık tarihindeki, Hint-öğretilerini, dinlerin mistik-coşusal boyutunu, ve sofistike-septik, giderek de nihilist öğeleri içine alan, “eleştirel-düşünüş” şekillerini bir yana bırakırsak, öz-neliklerden, çeşitli “tözlerden-türetilen” benlik durumu, hep bilme-bilinç-akıl üzerinden içeriklendirilmeye çalışılmıştır. X türünden bir varlığın, benliğe sahip olup olmaması, bile-bilme yetisine sahip olup-olamaması durumuyla ilişkilendirilmiştir. Bilme ediminin iki temel dayanağı vardır, duyular ve onun tamamlayıcısı olan akıl. Farklı biçim ve içerikte temellendirseler de, hem empiristlerde, hem de deneycilerde, duyular aklın yedeklemesi konumundadır.

İster “teolojik” _deist, teist veya pant-heist fark etmiyor_ ve bağlaşığı olan idealist, ister materyalist ister teist veya ateist kanatlardan varoluşçu yaklaşımlar olsun, tüm kurgucu, tözcü “üst-söylemlerde” benlik, öz-nelik temelinde, bir süje (bilen, inceleyen, düşünen, farkındalığı olan) konuşlanışında kim-liklendirilmiştir. Süje olan bu ben-lerden her biri, süjeliklerini kullanarak “tanrısılarına” kavuşurlarsa, onlar “ben-liğini” bulmuş olanlardır, bulamayan “diğerleri-öteki kâfirler” ise, cehennem azabıyla yanacaklardır. Dikkat edilirse, bir “benlik-içeriği” zorunlu ve kaçınılmaz olarak “ötekini-de” getirip tanımlamaktadır, bu “beriki” kendisini “ötedekine” göre tanımlamış olmaktadır. O olmadan, “kendisi” içeriksiz kalmaktadır, herkes “inançlı-olsaydı” bu ben-lik elbisesini giyseydi inançlı olmanın kıymet-i harbiyesi de kalmazdı. Bu noktada, var-oluşçuların, idealist ve dinci söylemlerden tek farkı, öznelerin seçimleri için, mutlak-bağlayıcı dayanakların olmadığını söylemeleridir. Varoluşçu benlik anlayışı oldukça “light” yapıdadır, bu yapısı yüzünden de, hem idealist/tözcü, hem de materyalist/tözcü söylemlerle sık-sık flört edebilmektedir.

Materyalist söyleme göre de, tümel anlamda özne-lik durumu, başlangıçta sadece “fiziksellik” olan varlığın giderek, kimyasala, kimyasaldan, organik olana oradan da “bilinç-eklemlenmesiyle” bir kimlik kazanır. Eylem/emek “bilinci-doğurmuştur”, insan denilen emeğiyle-insanlaşmıştır, el/emek/eylem-bilinç sarmal diyalektik yapılarda, bir-birini değiştirip dönüştürerek, kendisini sür-ekli yeniden-üretmiştir ve üretmeye de devam edecektir. İşte bu tümel-süreçte giderek, benlikler, üretim ilişkileri içindeki sınıfsal konumlanışlarına göre bir benlik-bilinç içeriği kazanacaklardır.
Dini düşünüş sonrasında ortaya çıkan ve “öznenin” bilinç, bilim akıl payandaları eşliğinde, “âdem-i merkezileşmesini” sağlayan “modernizmle” birlikte “benlik-için” daha akılcı, mantıklı “secülar” kimlikler aranmaya başlanmıştır. Üretim araçlarının değişmesi, buna bağlı olarak üretim ilişkilerinin konumlanışındaki değişim biçimleri toplumlarda “alt-üst” oluşlara yol açmış, insanlık tarihinde “özel-mülkiyetin ortaya çıkışıyla başlayan insan-insan arası “yarılmaya” yol açan “çalışarak yaşayanlarla” “çalıştırarak yaşayanlar” ayrışması “liberal-düzenlemelerle” devam ettirilmeye çalışılmıştır. Eski çağlarda, din-büyü, mitoloji tanrılar üzerinden “iktidarlarını meşrulaştıran” ve geniş kitleleri bunlar üzerinden “uyutan-egemenler”, bu dönemde de yeni “benlik-tasarımlarıyla” kitleleri iğdiş edip, körleştirerek kan-emiciliklerine devam etmeye çalışmışlardır. Siyaset, iktisat, psişe gibi bilimlerle, “yeni-türedi tanrılarla” kitleleri sürüler halinde iktidarları doğrultusunda gütmeye devam etmişlerdir. Bu arada, eski-yaşlı tanrı hala yedeklerindedir, sürünün bir kısmını bunlarla oyalamaya devam ederken, akıllanan-uslanan diğer kısmı için yeni tanrılar uydurulmuştur.

Bu yeni çağın benliklerinin içi, “pozitivist-bilimsel” kimliklerle doludur. Liberalizm, iktidarını sürdürmek için, bu dönemde tekil-bireysel varlıklara, “bencilliğin” onun doğasında bulunduğunu, bunun kaçınılmaz ve “kırılmaz” olduğunu “belletmesi” gerekiyordu. Çünkü sistemi “rekabet-üzerine” kuruluydu. Benlikler “rekabet-ettiği” sürece, bir “iktidara-güce”, “çobanlara” gereksinim duyacaktı. Öyle ya, bu “bencil-rekabetçi” varlıklar, kendi-kendileriyle anlaşabilme olanağına sahip değildir, savaşmaları kaçınılmazdır, o nedenle de “devlet-kaçınılmazdır”. Siyasetin temel ilkesi budur, “böl-parçala” ve “yönet”.

Yeni çağın bireyselleri, batıda sonuna kadar pozitivist, bilimsel bir kafa yapısına sahiptir, aydınlanmacıdır, özgürlük arayışındadır, tabii ki “sistemlerin-belirlediği sınırlar” içinde. Özgürlük, aydınlanma, akılcılık bireyselin-kendisi için değildir aslında, “sistem-gereğidir”, yeni sistemin ikamesi ve davamı için bu türden “benlik-içeriklerine” sahip bireyler gerekir. Liberalizm, kendi eşitlik, kardeşlik ve özgürlükçü söylemleri karşısında samimi değildir, her konuda olduğu gibi, bu konularda da “içten-pazarlıklıdır”, tüm-bunları, bireyseller ve insanlık için değil, kendi-sınıfı için istemiştir. Bir-çok entelektüel İşte bu “ayrımı” görememektedir. Burjuvazi, tarihin, hayatın gerisinde kalan, kral-derebeyleri ve “din-tacirlerinden” siyasal iktidarı söküp almaya çalışırken bu “argümanları-kullanmıştır”, kullandıktan sonra da çöpe atmıştır, Fransız Devrimi sonrasını ve yakın tarihi inceleyenler bunları görebilir, gözleri henüz yeterince körleştirilmemişse. Liberalizmin “özgürlük” isteği, kendi sınıfının iktidarı içindir ve oraya kadardır. Onun eşitlik isteği, sadece “sözdedir”, köşe başlarını tutanlar ve “eşitsizlikten beslenenler” eşitliği isteyemezler, burjuvazinin sol ve anarşizan söyleme karşı bunca “tetikte-durması”, ondan korkması bu “kaygılarının” sonucudur ve sürekli sol-dünya görüşüyle kitleler arasındaki bağı “koparmaya” çalışır.

Doğu denilen alansa, eskiden-geldiği gibi kendisini devam ettirmektedir. İşin ilginci, doğu toplumlarındaki “cemaatçi, bağıl, bağlaşık” sürü-benlikler, batının “aşırı-bireyselleşmiş”, diğerinden-kopmuş koparılmış, yabancılaştırılmış benliklerine “göre” ideal benlikler olarak “pazarlanmaya” çalışılmaktadır. Kısacası, sonuç olarak doğuda iktidar odaklarının “tebaası” “bağlaşık-benlikli”, kendi hayatını yaşayamayan bireyseller, batıda ise, getirildiği noktada, açmazları yaşayan, kendisine dahi yabancı, uyuşturucu, alkol, nevroz ve psikoz bataklıklarına saplanmış bireyseller olarak dünya hayatı devam etmektedir.

Tüm bunlara karşın “sol-dalga” geniş kitleleri ayağa kaldırıp, isyana sevk-ederek siyasal iktidarların el-değiştirmesini sağlayabilmiştir. Liberalizme ve onun ekonomik modeli olan kapitalizme karşı, cepheden saldırmasına ve bir süreliğine dünyada onunla eşit-konuma gelmesine karşın, uzun erimde başarılı olamamıştır. Sol isyan, sol tepki, benlik ve bireysellik adına önemli çıkışlar sağlayabilmiştir. Kısacası, sol-söylemin insanlara telkini şu olmuştur, “kendi-yazgını kendi ellerine al”, seni ve hayatını başkalarının belirlemesine izin verme, bu hayat senin ve bu hayatın üzerinde söz-karar ve yetki sahibi ol. Ancak, “yönetilmeye” alışmış olan geniş kitleler, bu çağrıya yeterince anlayabilmiş değillerdir, işte bu nedenlerle sol-benlikler, daha çok, üniversite öğrencileri ve akademisyenler arasında “karşılığını” bulabilmiş, her ne kadar bu “öncü-güçler” kitlelere, kendilerine dair, hayatlarına dair bir “bilinçlilik” kazandırmaya çalışmış olsalar da, karşı-ideolojik savaşımın getirdiği “ön-yargıları” aşamamışlardır. Diğer yandan, dünyanın yarısına yakın kısmının “siyasal-iktidarını” eline geçiren sol güçler, “devrimi” siyasal iktidarı ele alışın “ötesine” taşımakta, hayatı ve insanı değiştirip dönüştürmekte yeterince başarılı olamamışlardır. Bunun da çeşitli nedenleri var. Sol dünya görüşü, dört temel kurumun al-aşağı edilmesini öngörür. Aile, din, özel mülkiyet giderek de siyasal iktidar. Tüm insanlık tarihi bu “kurumlar-üzerine” bina edilmiştir ve “benlikler-bu kurumlardan” türetilmiştir. Bu kurumlar olmadan, bir toplumsal organizasyonu “bina-etmek” gerçekten de insanlık tarihinde yeni ve “devrimci” bir duruştur. İşte bu noktada, devrim sadece siyasal iktidarı ele geçirmekle sınırlı kalmış, eski hayatı ve insanı devirememiştir.

“Dilden öz-neliğe, öz-nelikten benliğe doğru açılamayan kapılar önünde”
"Sanırım", tüm bu tartışmaların kökeninde şu sorun var: Dil-ötesi-öncesi-dışı bir özne-töz-cevher var mıdır? Bu soruya “evet, dil-ötesi bir nesne ve özne vardır, insan denilen ve “özne” konumunda olan varlık dil-aracılığıyla hem nesneyi hem de “kendisini” ortaya çıkarmaya, serimlemeye çalışıyor diyorsak, kaçınılmaz olarak düalist/kartezyenci modernitenin paradigmasına kaymış oluyoruz.
Bana öyle geliyor ki süreç, dil-dışı olan özneden, dile ve onun içerdiği nesneye doğru işlemiyor. Tam tersine "dil varlığın evidir" formülasyonundan sonra başlayan (ki aslında o formülasyonun gerisinde de antik-çağda başlayan sofistike-septik düşüncenin izleri var, “insan her şeyin ölçüsüdür, var olanların varlıklarının da, var olmayanların var olmadıklarının da _ Protogoras_) Derrida, Foucault gibi düşünürlerde çok "güçlü" bir-şekilde ifadesini bulduğu gibi, dil-içre olan dilden özneye ve giderek de nesneye ulaşan bir çizgi izliyor ve felsefi kuramlar da buna göre içerik kazanıyor... Özneyi ön kabul olarak alanlar "dogmatik-kesinci-doğrucu" paradigmaları içeren kurgusal söylemlere ulaşıyor. Süreci tersinden alanlarsa, başlangıçta septik, giderek de nihilist söylemlere ulaşıyor...
Tüm bir felsefe tarihindeki düşünce sistemlerini bu kritere göre yeniden "tasnif" etmek gerekiyor ki bu oldukça işlevsel bir kategorize etme olacaktır. Çünkü düşüncelerin değişiminin-dönüşümünün gerisindeki dinamo bu noktadaki ayrımlaşmadır...

ÖZ-NE?, bağlamlı çıkan sorunlarda çıkmaza girmemizin temel nedeni, bu sorunun “kendisinin” cevapsız olmasıdır. Bütün sözcelerden, kurgu söylemlerden “öte” insan veya “nesne” denilenin aslı nedir? Bu bilinmediği veya yaşanamadığı için, psikoloji-sosyoloji-antropoloji-tarih-biyoloji gibi bilimler felsefi söylemlerin kurgusallığı içinde bu boşluğu doldurmaya çalışıyorlar... Daha da genel anlamıyla söylemek gerekirse tüm bir kültür alanı, insan denilene bir öz-değer biçmeye çalışıyor... İşte bu noktada kaçınılmaz bir yanılsama süreci de başlamış oluyor... Özneyi içeriklendirmeye çalışırken, bu çalışma aynı zamanda özne kılınmaya çalışılan varlığın nesne haline dönüşmesine neden oluyor. Yani “bu çabanın kendisi”, “kendisi” olunması isteneni nesneye dönüştürüp, kendi kalıplarına göre formatlamış oluyor...

Çocuk yapma isteği içimde her ortaya çıktığında, şu ikilemi de “kaçınılmaz” olarak yaşıyorum... Ben, dünyaya getirdiğim o varlığın giderek “kendisi olmasını” isterim. Ancak “yüksüz” olarak bu dünyaya gelen o varlığa, “kendisi olma” dinamiklerini de ben ve/ya çevre yükleyecek... Bu durumda o varlık _kendisi-için_ kendinde şey haline dönüşemeyecek...

Tam da bu noktada (“hangi açıdan” bakarsanız bakın) öznenin “yeniden üretilmesi” kaçınılmaz ise; bu durumda bu yeniden üretimin esasları neler olacak?

İktidar aygıtları kendi çıkarları için, özneyi nesne haline dönüş-dürüp, bu dönüş-dürme sürecinde de sisteme uygun kitleler oluşturma pratiğini çok net bir şekilde yapıyor ki çağımız bunun örnekleriyle dolu... Aslında bu dönüştürme sürecinde dönüştürenlerin kendileri de dönüşüyor ve onlar da bu dönüştürme döngüsünün “nesnesi” haline geliyor... Hani "araç" olan paranın giderek bazı insanlarda amaca dönüşmesi sonucunda, para kazanmak için yaşıyor hale gelmeleri gibi, burjuvazi de kendi “iktidar aygıtınınnesnesi haline gelmiş oluyor...

Bu durumda, yani insan denilen kendisi için bir "nesne" konumunda ise ve bu "kaçınılmaz" bir "zorunluluk ise", tüm "öznelik" arayışları ve onu "temellendirme" girişimleri "beyhude" bir "çaba" olmaktan öteye gidemeyecektir. Bu noktada sorun "öz/nelik" denilenin "eksik veya eksiltili" olması değil "sonuna değin "boşluk/halinde" olmasıdır. Öz/neliği arama, bırakın onu var-kılma veya en azından "belirgin hale" getirmeyi, daha da "belirsiz" kılmaktan ve kaybettirmekten öteye gidemiyor. Dolayısıyla bu durumda "aracınız" aynı zamanda "engelinize" dönüşüp, sizin "körleşmenize" neden oluyor. İşte bu noktada "ben/likten" kaçınma ve "hiçlik" devreye giriyor. Ben-im deme ihtiyacı veya bir ben/liğe sahip olma çabası, hiçbir "halt" olmadığı halde "kendini" bir "şeymiş" gibi görme ve bulma isteğinin bir sonucudur. Hani hiç-bir-şey bilmediği halde ve ama bunu bir "ek-siklik" durumu olarak gördüğü için "çok şeyler biliyor-muş pozuna bürünenler vardır ya ve bunlara da "ukala" denir ya, işte bu noktada da aynı "psişik süreçler" yaşanmaktadır.

Peki, bu döngüsel yanılsamanın "farkında" olanlar ne yapacak? Ortada yeni doğan bir "bebişiniz" var... Buyrun ne yapacaksınız?.. Onu nasıl “özne/kendisi” haline getireceksiniz, öz-ne? sorusunun “net” cevabını vermeden _ki cevabın verilmesi yeterli değil_ verdiğiniz bu cevabı o bebişe nasıl aktaracaksınız veya o bebişin bu cevaptaki “haline” gelmesini nasıl sağlayacaksınız?

Yoksa sorun bebişi dünyaya getirip “var kılmakla mı” başlıyor? Bebişi olmayanın böylesi bir sorunu da yoktur... Ama doğanın buyurduğu üremeye “zorlayıcı” süreçler bunu dayatıyor ise ve bu dayatmaya karşı koymak zor ise (karşı konulmalı mı da ayrı bir sorun) ne yapmalı?

Yeni doğan bir çocuğu ormana bıraktığımızı ve çocuğun orada yaşama şansı bulduğunu var-sayalım... Şimdi bu çocuk doğal olarak, sosyalleşemeyecek, davranışsal olarak bir hayvan olarak kalacaktır (Nitekim bunun "örnekleri de" var sanırım... Dağda bulunan bir çocuk kültüre getirildiğinde yaşama şansı bulamamış ve ölmüştü, hatırlaya-bildiğim kadarıyla.). Bu ve benzeri örnekler, özneleşme temelinde gerçekleşen benlik içeriklendirmelerinin, tamamen “sosyalizasyon” süreçleri tarafından …) belirlendiğini ortaya koymaktadır.

Tarihsel süreç içinde, özneliğin ve “benlik-durumlarının” insanlığın karşısına sorun olarak çıkması başlangıçta değil, sonradan başlamıştır. Bu sorun da “anlam genişlemesi ve kaydırılması” sonucunda ortaya çıktı. İnsanoğlu dili yaşamak için ortaya çıkardı, ancak süreç içinde her ne ve nasıl olduysa giderek ortaya çıkardığı özelde dile-genelde kültüre" göre yaşamaya başladı... Önce bir şeyleri yaşıyordu ve yaşadıklarına ad-veriyordu (örneğin objeler yönelik bir coşuyu, ulaşma isteğini yaşadı ve buna “sevgi” dedi, sonra sevginin ne-liğini arayarak onu teorize etmeye başladı ve bu teorize süreçler giderek yaşama alanını kaplamaya başladı.)... İşte sorun da tam bu noktada başladı. Özellikle felsefi-sorgulama “asıl” yanılsamayı yaşattı... Garip bir ikilem ortaya çıktı ve tüm insanlık şizoid" bir hal aldı... Bir yandan yakıştırdık-yaftaladık-uydurduk -kendi zihin formatlarımızı- kurguladık sonra bu formları kâinata dikte ettik. (İ.Kant, zihin “formunun” “a priori” ve “yapısal” olduğunu söylüyordu, oysa öyle olmadığı da anlaşıldı.).

Hani şunun gibi... yalan söyledik, sonra yalan söylediğimizi unuttuk, sözün büyüsüne kapıldık ve "öz-ne?" arayışına girdik... Yaşamak adına ortaya koyduğumuz araçları-amaç kıldık ve onların peşine düştük... Aradık-arıyoruz, her-şeyin aslı-astarı ne?.. İşte ben, o nedenle, “bilim-felsefe-mantık” üçlü-tek bileşenine "şiddetle karşıdır". Bunlar olmadan da yaşam mümkündü ve mümkün... Yaşamak için bu kadar “abartıya” gerek yoktu-yok da... Giderek ortaya çıkan ve doğal-ihtiyaçmış gibi insana eklemlenen kon-formizm" hastalığı, insanoğlunun “doğallığını” öldürdü, uyduruk, şişik, ne idüğü belirsiz “piç-benlikler” orta-yere saldı ve onlar da “aşağıdaki şarkıyı mırıldanmaya başladı;
Bir faninin kendisinin sandığı öz-neliği üzerine sayıklamaları
E he heeeyt be!, g-özümde gözlük, başımda "anlamlama-şapkam/b-aşlığım, beynimde s-özlük, elimde olası "gerçek/dayanaklar" bastonuyla, iki-büklüm g-ezerim bu alemde. Hep merak eder dururum,”acep bir şey-miyim ben”? Öyle ise ne ve nasıl bir şey-im? Bu bütünün içinde, acep benim de bir "işlevim" var mı? Olmalı tabi bütün bunlar bir “hiç”-adına olamaz, olmamalı da. Bir anlamım/değerim olmalı, çıkarım emelim olmalı benim tüm-bu işlerden, her şey bir hiç adına olamaz, bu korkunç bir durum olur.

Bazen kafam karışır. Sözlerim mi gözüme gözlük taktırıyor, yoksa bin-bir gözlüğe sahip gözlerim mi sözlerimi farklılaştırıyor? Gözümle beynim, beynimle sözlerim, hep-bir-birine dolaşıııp-duruyor.
Öz/neliğim” oldukça sorunlu. Bu sorunlar öz-neliğimin olmadığını kanıtlamaz veya bir hiç-olduğunu… Zaten varsa bir-şeyler, onlar hiç-olmaktan çıkmış-varlığa gelmişlerdir. İyi de, bu kâbuslar nereden çıkıyor? Bu varlık sorgulaması "hangi-çatlaktan" çıkıyor? Beynimdeki hangi kısa-devre, hangi "de ja vu" durumları, beni "şüphelere" sürüklüyor?
Hadi sen hiçsin diyenler, bir-şeyler anlatmaya, sanıları kökünde kurutmaya çalışıyorlar. E ben varsam ve bu "kesinse" o zaman benim derdim ne, ben niye ortalıkta bir-şeyleri "kanıtlamaya" çalışıyorum?
Varsam bu var-oluşumun bir g-ereği, dayanakları-gerçeği olmalıdır ve bunlardan hareketle “doğrulayıcı-sonuçlara” ulaşmalıyım (Bu doğruluk şimdilik eksik/eksiltili doğruluk da olsa, buna da şükür ne yapalım o da olmaya-bilirdi). Kısacası varlığım benim kutsalım, ona "tapınırım" zeval gelmesine izin vermem.
İyi de, varsan niye bu "varlık-naraları" böyle? Var olan vardır ve "sancılanıp" durmaz.
Varlığın kanıta mı ihtiyacı olurmuş? Acep emin değil miyim varlığımdan da onu s-avunmaya çalışıyorum? Tanrının tilmizleri-çömezleri olur mu? Kooos-kocaman tanrı o. Ol dedi mi oldurur. Yok-ol dedi mi yok-oldurur. Varlığın kanıta mı ihtiyacı olurmuş?
Yoksa ben "yanlış" gözlüğü mü taktım yahu?! Bu gözlük mü, benim kafamı/beynimi bulandırıyor? Ne yaman çelişki bu annem?! Gözlüğüm olmadan göremiyorum; başlığım olmadan düşünemiyorum, sözlerim olmadan bildiremiyorum. Ama aynı zamanda gözlüğüm gözlerimi "kör" ediyor, başlığım her-şeyi bulandırıyor, s-özlerim “hep beni k-andırıyor”, sürekli bana yalanlar-masallar uydurup duruyor. Neyse, hepisi "eksiltili de" olsa, bütünden yalıtılmış da olsa “hiç-olmamasından” iyidir anne (Anne nerden çıktı şimdi yaw! Freud duymasın bunu, alim-Allah şimdi buna da bi-sürü kulp takar valla).

Ne diyodum, ha evet… her-şey hiçlikten daha iyidir. Hiçlik kap-karanlık. Ben korkarım karanlıklardan. Hemen aydınlıklar yaratmalıyım, beyazda buluşturmalıyım tüm renkleri, hem beyazlık sonsuzluğu çağrıştırıyor, ben sonsuz olmasam da, sınırlı-sonlu fani olsam da yine de "sonsuzluğu" düşünebiliyorum ve ondan "pay-alıyorum". Ne mutlu bana ki ben bir HİÇ d-eğilim.
Henüz "aslımı" bulamasam da (14 numaradaki aslı değil olum, dur yaw bu espiriyi de yapmayalım şimdi birileri gelir, o 14 numaradakileri oralara sürükleyenlere bak sen diye bağırmaya başlar.) “astarımla” idare ediyorum işte. Gözümde gözlüğümün olması "zorunluluk" da olsa, gözlük "sığ/sınırlı yanlış-yunluş da olsa bi şeyleri gösteriyor işte. Ehven-i şer meselesi yani. Buna da "şükür". Ya hiç olmayaydı ne yapardık o zaman?

Aslını bilmesek de, gitmesek de görmesek de ben "biliyom" o aslı var işte. Astar, aslının olduğuna dair bir veri değil mi hem? Kim demiş hiçlik var ve onun "ötesinde de" bi şey yok diye? Bunca "astar" neye delalet? Tüm bu olup-bitenlerin hepsi bir rüya olsa bile, o "rüyayı-gören" biri de vardır elbet. Astarım, rüyalarım benim. Siz hiç eksik olmayın yanı-başımdan emi? Ben astarsız ne yaparım sonra? Ben ölüp gitsem de… hem ölüm bi değişim-dönüşüm elbet ve bu sonsuz-bütün bana ucundan kıyısından da olsa aslını gösterecektir elbet.

Bana düşen "sürekli-ibadet" etmek. Pür-i saf bir mü'min gibi, bütünün-sonsuzluğun bana astarı da olsa bi şeyleri verdiğine şükretmeliyim. Astarı varsa, aslı da vardır ve sonraki tekâmüllerde ben de o "asıldan" payımı alcağım. Yok öle, toprağa karışıp da çürüyüp gitmek.  Böyle de olmamalı, kimse bu "kötülüğü" yapamaz bana, bunca düşün-dur, cırmala-tırmala, astara da olsa ulaş, sonra da "pisi-pisine" geberip toprağa karışıp "kimyasal-dönüş".
Eeee, nolcek benim o "bütünü-sonsuzluğu" fark eden o güzelim bilincim? Bu mudur yani ve bu kadar mıdır? Yok hayır olmayacak, olmamalı, bütün bunu yapamaz bana, ölüm bir son değil, ben o "sonsuzluk" içinde yaşayıp duracağım ve "zirveye" doğru tırmanacağım.
Yaşlanmışım yaw. Ölüm de yaklaşmış. Olsun yine de…
Astardan da olsa “bir-ben-liğimle", benliğimdeki g-özümle g-özümdeki gözlükler-im-le, başımın içindeki anlamlandırma başlıklarımın sözlüğüyle, elimdeki dayanak/gerçek/doğru bastonlarımla g-ezerim bu âlemi ben.

“Öteki” “ben” diyal-ektiği…
Camus, hem dünyada, dünyanın kendisi karşısında hem de kendim karşısında bir yabancıyım ve ötesi, bir “uyumsuzum” diyor. İnsan denilenin nesnel gerçeklik yerine obje olarak kendisini alması durumunda yaşadığı “düşünüm” açmazları, şundan kaynaklı: İnsan denilen “kendi benliğine” kendisi üzerinden ulaşamıyor. Bu olanaksızlıktır da aynı zamanda. Dolayısıyla kendisi dışında “başka” objeleri var-kılması gerekiyor. Ancak kendisi dışında var-sayarak var kıldığı objelerin kendisine de ulaşamıyor. Bu ulaşılmışlık olmayınca “sap-gibi” kendi benlik arayışıyla baş-başa kalıyor. Düşünmek, hep “bir-şey” üzerine kurulmuştur. Düşünmeyi şeyden alıp, “kendisi” üzerine evirip devirdiğinizde “düşünümde” şaş-kolozluk başlıyor. İşte tam da burada “aşk” devreye giriyor. Kendi benliğine-kendisine ihtiyaç duyan varlık, bunu kendisi üzerinden yapamıyor. Aşk bir başkası-üzerinden” kendi-benliğine ulaşmaya çalışmanın “diğer” adı. Ama “vuslatı” J olanaksız olan bir arayış…
Kimse kendi “benliğine” sahip değil ve yine kimse bir “başkasının” benliğini bilemiyor, bu noktada benden başkasına veya başkasından bana uzanan köprüler, aynı zamanda “bireysel-benliklerin” dışında bir durum. Bu durumda da “iletişim” bir olasılık veya “olanak” olarak duruyor karşımızda ve “ereğine” ulaşamayacak bir olasılık. Bunların “böyleliğinin” bilinip-kabul edilmesi ve ilişkilerin bu bağlamda yaşanması “sorunu çözmese de” diğer “kabullere göre” daha işlevsel. Bu durumda en azından “beni anlamıyorsun” denilmesine gerek kalmaz. Sorun “çözümsüzlüğüyle” kalıyor, çünkü “yürek-denilen” derinliklerinde hep-bir başkasına/şeye ulaşmayı düşlemliyor. Çünkü nihai yalnızlığından, yalıtılmışlığından “kendine-bile kapalı oluştan” ancak bu şekilde kurtulabileceğini biliyor.
İndirgediğimizde, en temelde üç türden “öz-nelik” durumuyla karşılaşıyoruz. Birincisi, insan-denilenin öz-nelik durumu, fizik dünyadaki nesnel gerçeklik denilen alandaki varlıkların özneliği ve meta-fizik denilen alanlardaki varlıkların öz-neliği.
Meta fizik varlıkların öz-nelikleri "tamamen" bilinemezliğe ve bu bilinemezlik nedeniyle ortaya çıkan inanç kabullerine dayanıyor. Veya şöyle de denilebilir, isteyen bunların öznelik durumlarını, tartışa-dursun.
Fizik alandaki varlıkların öznelikleri ise, yine insan kapalı olan alandır. Felsefenin "kendinde-şeye" ulaşılamazlığını gerek ve yeter şartlarıyla ortaya koymasından beridir. Zaten bu alandaki tikellerin bu boyutu artık pek tartışılmıyor veya "parçacıklar-fiziğinin" verileri göstermiştir ki bu alanın kendinde bilgisine ulaşmak olanaksızdır.
İnsan denilenlerin öznelik durumlarına gelince… Lacan’daki ortaya koyuş açısından alındığında: Her-hangi bir özneyi, kendisine özdeş kılan unsur nedir? Başka deyişle, bir insanı kendisine aitleyen özellikleri nelerdir? Onun "o" olmasını sağlayan unsurlar… Kısaca nev-i şahsına münhasır kılan özellikler nelerdir? Sokrat’ın ruhunu çağırdım, onunla bir deşelim bakalım bu konuyu, nereye doğru gidebileceğiz?

*Sen-de, "sana-ait" neler var?
—Bu nasıl bir soru yaaa, ben-de bulunan her şey bana aittir, parmaklarım, gözlerim, öfkem, sevincim, sevim, sevdam, barsaklarım, fazlalıklarım v.s v.s, "ben-dediğin" zaten bunların bütünü…
*Hepsi mi sana ait?
—E herıld yani, bendekiler başkasına ait değil ki, ben-de olup biten her-şey bana aittir, elim bana, yüzüm başkasına ait değil ki...
*Peki, benim, bana ait dediklerinin hangilerini sen sana ekleye-bildin, hangileri sana eklemlendi?
—Hmm!.. İşte bu soru zor, şimdi niyetini anladım... Bedenim,"oluşturulması" açısından bana ait değil, ben yapmadım yani, düşüncelerimin bir kısmı bana ait, bir kısmı öğretildi, ama sınır çizmem zor, duygularım, duyumsayış biçimlerim doğuştan gelen izlencelerle, çevresel faktörlerin bileşkesi, eylem-biçimlerim, eylemelerim yine ben artı çevresel faktörlerin bileşkesi. Kısacası "bana-ait" olanın "sınırını-çizmek" sanırım olanaksız.
*Peki, "ben-liğim" derken, kendine "ulaşırken" sen bu "ulaşma" işlemini kendin-senliğin üzerinden mi yapıyorsun yoksa başkası üzerinden mi?
—Anlamadım...
*Bir ben-liğim var diyorsun ya, ben, kuşkusuz ki bir "benim", işte bunu "söyleyen" ve "söyleten" sen misin?
—Gene anlamadım...
*Şimdi, şu anda "kendin-üzerine düşün", düşünmene konu olan "objeni-düşün", tamam mı?
—Evet, tamam, kendimi düşünüyorum
*Kendini mi düşünüyorsun?
—Bit-tabi ki, kendini düşün dedin ben de onu yapıyorum, başkasını düşün deseydin onu düşünürdüm...
*Peki, şimdi, bu üzerindeki yazıları okuduğun bilgisayarı düşün...
—Tamam, düşündüm de, nereye varmaya çalıştığını anlamadım.
*Sence bu bilgisayar “kendisini-düşünebilir mi?”
—Düşünme programı yüklersen düşünür, ama bu "kendisini-düşünme" olmaz sanırım, tamam bu bilgisayar kendisini düşünemez çünkü onda bir "bilinç" yok...
*Peki, sen, "kendi-bilincinle mi" kendini düşünüyorsun?
—Eh herıld yani! Senin bilincinle değil ya… ya da Abuzittin’in bilinciyle değil ya… kendi bilincimle düşünüyom.
*Peki, bu bilinç sende hep var mıydı yoksa sonradan mı sana eklemlendi?
—Hmmm, önceden izlenmişliklerin, olanakların potansiyelliklerin üzerine, bilgiler yüklenerek bir bilinç-kazanımı sağladım veya bir bilinç sahibi kılındım, peki haklısın, kabul, kendimi tam olarak "kendimle-düşünmüyorum", zaten bu olanaksızlık, bir "kendim-olsaydı" kendimi-düşünmeme de gerek kalmazdı...
*Bir soru daha, kendimi-yüklenen bilinç üzerinden düşünüyorum dediğinde, "kendin-ile" "düşündüğün-şey" aynı mı yoksa farklı mı?
—Anlamadım!
*Masayı düşün dediğimde, "düşünce-içeriğindeki" masa ile "masanın-kendisi" aynı şey mi?
—Kuşkusuz ki değil...
*O zaman kendimi-düşünüyorum-düşünebiliyorum önermen kendisini doğrulamıyor...
—Evet, haklısın, o zaman şöyle demeliyim, "kendimi kendim-olarak değil de "ancak" imgeselimdeki-kendim olarak düşünebilirim."
*Peki, bir insan sence, kendisine bile niye "imgesinden-ulaşmaya" çalışıyor, niye "doğrudan-kendisini obje yapıp düşünemiyor"?
—Sanırım bu "düşünme-denilen" sürecin kendisinden kaynaklanıyor...

*Geldiğimiz bu noktada sanırım şu son-uçlandırmayı kabul edersin, insan bireyselleri "ben-liklerine", "bilinçleri-üzerinden" ulaşıyor veya temel "kriter-olarak" bunu alıyor.
—Evet, bu nedenle, cansız ve bir-kısım canlılar için de onlar bir "benliğe-sahip değildir" sonucuna ulaşıyor, bu işlem yaptığım bilgisayarın veya masanın veya sümbülün benlik-bilinci yok deniyor (iyi ki yok valla, olanların ne halde olduklarını görüyos).

*Peki, aidiyet ilişkisini kurabilmek, bir şeyin başka bir şeyde bi şekilde bulunduğunu söyleye-bilmek için, "şeyin-dışında" olunması gerekir, doğru mu bu saptama?
—Evet, kuşkusuz, bu bilgisayarın bir "parçası ve içinde" olsaydım, buna bilgisayar-lıktır diyemezdim veya bir kedinin içinde olsaydım, ona "sadece bir kedi" diyemezdim, şairin dediği gibi, "ol mahiler ki derya içredirler, deryayı bilmezler".

*Bu durumda nasıl olur da bir insan "kendisinden-söz edebilir ki"?
—Nasıl yani, ne alakası var?
*Ben, benimin içindeyim doğru mu, ben ben-liğimin dışında-ötesinde değilim?
—Evet.

*Ben benim diyebilmem veya onu "düşünüyor-olabilmem için" dışına çıkmış olmam gerekiyor, eş-deyişle kendimden söz-edebilmem için, kaçınılmaz olarak kendimle-ikileşmem gerekiyor...
—Tamam da, hala bağıntıyı kuramadım…

*Bir şeyi düşünebilmek, onun "farkında olmak için", öncelikle onu "diğerlerinden-ayırmak" gerekiyor, "su-dediğim" anda zaten onu ayırmışımdır, bu gerekli ancak yeterli değil, onu "diğerlerinden-ayırdığım" gibi, "kendimden-de" ayırmam gerekir...
—Tamam, bunu anladım ve biliyorum, "ben-dediğim" anda "kendimi", evrendeki diğer tüm-şeylerden ayırmış oluyorum ve zaten "ben-diyebilmem" bununla mümkün hale geliyor da… Niye kendime yöneldiğimde, kendimde ikileşmem gerekiyor? Kendime yönelişimin tek farkı, "süje" ile "objenin" aynılaşması… Bu aynılaşma niye, "benliğe-ulaşmaya" engel?

*Bir şeyi düşünmek ve onun farkında olmak için, onu öncelikle "ötekileştirmen" gerekir, "süje/düşünen konumunda olan sen" ile "obje/düşünülen konumunda olan sen" bir ve aynı kişiler değil, öyle olsaydı zaten onu, ne düşünmene gerek kalırdı ne de aramana, sorgulamana.
—Yine tam olarak anlayamadım, "teknik-olarak" bu niye mümkün olmasın ki? Tamam, "imgelemimde" kurgulanan elimle, "elimin-kendisi" bir ve aynı şeyler değil… süje konumundaki ben ile obje konumundaki ben aynı şey değil… ama "imgelemimde de olsa", niye "kendimi düşünemeyeyim? Haklısın, bunları derken "sıkıntıyı da anlamış" oldum. Peki, bu durumda ne yapmak gerekiyor, düşünmekten mi vaz-geçmeli?
*Soruna geçmeden önce, şunun denilmesi gerekiyor: Düşünce-bilinç denilen, öncelikle objesini "öteliyor", öteleyip-dışına ittiği bu objeyi daha sonra da "kendinde-şey" olarak arayıp bulmaya çalışıyor. İşte amansız-çelişki budur. İnsan denilen varlık, "öncelikle" tümel-insanlık olarak kendisini "öteliyor", sonra da bu ötelediğinin kendisini arıyor. Tümel-insanlık denilen bunu yaşarken aynı yanıl-sanmayı, bireysellerine de yaşatıyor… Önce her bir "bireyseli" kendisine-öteliyor ve onu kendisine "öteki-kıldırıyor", ondan sonra da, "kendini-bil, bul" diyor.
—Evet, burdan bakıldığında görünen manzara tam da bu…

*Aslında insan bireysellerinin en-çok kendilerine yaklaştıkları anlar aynı zamanda "kendini-unuttuğu" anlar... Sevişme sırasında, bilinç-düşünme yoktur, sadece o anın, akışın kendisi ve "bırakılmışlığı" vardır… ne olup bittiğini anlamazsın, anlamak da istemezsin… bu gibi… "anlarda" sadece "yaşarsın"… bir ezgiyi dinlerken, düşünmezsin, sadece yaşarsın… İnsan denilenin "asıl-sorunu" bu işte, "düşünceye, bilince dayalı" bir hayat kurmaları. Oysa hayatın kendisi, ne düşünmeye gelir ne bilince. Bazıları da bilgileri ve bilinçleriyle övünmez mi, işte buna dellenmemek mümkün değil…
—Kısacası "bırakmak mı" gerekiyor "benliğe-ulaşmak" için?
*Bırakmadan önce "fazlalıklardan" tamamen arınmış olmak gerekiyor, bu fazlalıklardan arındığında, kendini de oluşa bırakmış oluyorsun, geriye her ne kalıyorsa o sen-sindir...
—Fazlalıklar dediğin ahlak mı?

*Tüm bir dildeki "anlamlar-dünyası".
—Fazlalık bu mu?

*Evet, dilin yapısallaştırdıkları, estetik-dışı olan tüm dil…
—Evet, şimdi kendimi tam olarak akışa bırakmak istediğime emin değilim.

*Ya bu akış, "nerdeki-akış"? Ama yani hayat dedikleri bu-kirletilmiş-akış değil işte, burda sanırım hatlarımız karışıyor.
—Evet…

*"Bırakmak" ama nereye bırakmak, nerde bırakmak? Ben sana bırakırım kendimi ama bir başkasına bırakmam gibi sorun-lar çıkıyo. İşte bu durumda da hayata müdahale etmek gerekiyo ama nerye nerden ne şekilde müdahale edecen? Ya boktan bi açmaz-lı durum bu… Öle bi sistem kurulmuş ki insanlık tarihi denilen bu süreçte, nerden tutsan elinde kalıyo.
- …..li Ankaragücü taraftarı Mahmut’a müdahale etsene :)

Bir çözüm denmesine giriş
Mutlak anlamda olmasa da, özdeşliğe-"o” olmaya en yakın duran hal-olarak aşağıdaki "çözüm-önerisini" "temellendirmeye" çalışacağım:
Geçenlerde üç-beş arkadaş bir mekânda laflıyorduk. Arkadaşlardan birisi (ki dehşet derecede "analitik" bir kafa yapısına sahiptir) "Her türden hareket, kaotik bir enerjinin sürümüdür aslında ve düzende olma, düzeni bulma ereğiyle hareket eder, düzenini korumak için de bir enerji harcar” şeklinde konuşurken, ben denilen de, "bu erekselliği neye göre yüklüyorsun?"… gibi sorularla, onun söylemini yapı-söküme uğratmaya çalışıyordum.Bu diyalogu dinleyen diğer bir arkadaş, "eblek" taklidi yaparken bir yandan da "yeteer, nevrim döndü" diyerek espiriyle karışık yakınıyordu. Mutfaktaydık ve salona geçilmesi gerekiyordu, “hadiyin salona” dediğimde, yakınan arkadaş, “durun kaos yaratmayın”, oturun oturduğunuz yerde ben hareket edip yorulmak istemiyorum", türünden sözleri, kendine özgü jest ve mimikleriyle dile getirdi ve ben krizler halinde gülmeye başladığımda, “noldu ya, ben gülmen için söylememiştim oysa, gerçekten tüm o konuşmalardan sonra bu isteği yoğunca yaşadım" deyince "sorun da bu ya" dedim, o denli "otantik " sevimli ve masumca bi tepkiydi ki, koptum bi anda” dedim.
Daha sonra bu "tepki" biçiminin neden beni bu denli sarstığı üzerine düşündüğümde şu sonuca ulaştım:
Anlık  zaman dilimlerinde  de olsa , bu tepkiyi oluşturan kişi, o anda kişiselliğini öz-deşliğini; ortaya koymuştu. Veya ben-denlen onu o anda "O" olarak dolayımsız bir şekilde yakalamıştı. O insan bana, duygu-düşünüş-duyumsayış ve eyleyiş biçimlerini, yansıtırken, "o anın dışında" bu denli doğrudan olamıyor. Bu doğrudan olamamak tüm insanlar için geçerli. Düşünüş-eyleyiş-duyuş ve duyumsayış süreçlerinde insanlar “giydirilmiş durumda”. İşte bu giydirilmişliklerinden sıyrılma “anları” aynı zamanda onların özdeşlik anları haline de gelmiş oluyor. “İnsanı kendisi kılan en olası halleri” “otantik-spontan” davranışlarıdır.

Ben- deki öteki, ötekin-deki ben
Ötekileştirilmişliğinin; "öteki olarak" farkında olan birisinin, ben-liğine bu noktadan sonra ve “bunun-üzerinden” ulaşması artık olanaksızlıktır. Bu durumda "çıkış-yasak". Fark ediş, sadece bir "aldanış".
Benin içinde olması gereken "benlik", ötekileştirilmiş halde var. Öteden beriye, "ben-denilene" geçiş "iz-lekleri" yok ortada. Geri dönüşümsüz bir şekilde, "kendisi" denilenlerin "ötesine" fırlatılmış "bulunmakta buluyorum, olsa-olsa kendim denileni.
Bu "öteleme", arayışın dinamiği ve "var-oluş denilen" (kendisini de dahil etmek kaydıyla) bu "arayışın" kendisi ("kendisi" yasak bir sözcük olsa da!!!).
"Aslı", "kendisi" olabilen bir "ben/lik" yok ortada. Ben/likler denilenler "ötekileştirilmiş" olarak var.
Siyasal bilim veya siyaset felsefesi, "ben"-"öteki" ilişkisini, asli olan bir "ben" ve bana "yabancılaştırılmış" olan "öteki" açısından alarak yapmaya çalışıyor. Bu "bağlamda" alındığında, etnik, siyasi, dinsel ve "bireysel" kimliklerin her biri "kendisidir" ve diğerleri de ona/onlara "göre ötekileştirilmiş" olanlardır.
Bazıları "okumalarını" bu "düz bağlam" açısından yaptıkları için, sorundaki "asıl" derinliği fark edememektedirler.
Her bir "ben", kendisi için bir "ötekidir", başkası içinse, "ötekinin" ötesinde olandır. Ben denilen "kendisine" bir "yabancıdır" ve bu yabancılaşmanın ortadan kaldırılması "olanaksızlıktır". Bu olanaksızlığa "rağmen" çıkış aramaya çalışmak, daha önce de "vurguladığım" gibi kendi-kendine (ve farkında olmadan), tuzaklar, ağlar, çıkmaz labirentler örmekten öte bir işe yaramamaktadır.
Aslında benin bana “öteki olması” durumu, sorunu çözüyor aynı zamanda. Yani bu durumu "fark ediş". Ben “benliğimi” “ötekileştirilmiş” halde, içimde buluyorsam/bulunuyorsam, dışımdaki de "öteki" olmaktan çıkıyor.
Dışındakini “ötekileştirenler”, benliğini “kendisi” sananlardır  ve "beni" çok “ciddiye alanlar”, doğal ve “kaçınılmaz” olarak kendisini “aitlediği” o “kim/liğin” dışında kalan “diğer” tüm kim/liklere göre “üstün görme” eğilimi taşımaktadırlar.
Bir “ben-liğinin” olduğunu iddia edenler bu “benliklerini” çeşitli türden “kimliklerle” içeriklendirmeye çalışıyorlar. Bir “benliğim” var diyenler, bu benliği “boş-bırakmamak” için, onun içini etnik, dinsel, siyasi, cinsiyet “gibi” çeşitli türden “aidiyetliği” içeren “kim/liklerle” doldurmaya çalışıyorlar.
(Bu zihinsel açıdan aslında “oldukça” ilginç bi durum. İnsanlık denilen, bir yandan “hala” kendi “insanlık kimliğinin” içini “tamamen” doldurup bunda henüz “anlaşamamışken”, bunun da “ötesinde” bir sürü “alt-kimlik” oluşturup bunun “kavgasını” yaşayabilmektedir. Ne anlamsızca bir “geril-im-kavga” bu! Hani takım aidiyetliği için, insan denileni “öldürmek” kadar saçma, abuk bir durum. Çatı kimlik olan “insanlık” bile “tanımsızken”, tutup da Türklük veya bilmem ne/lik için “insan-öldürmeye” çalışmak …………………… (Boşluğa “uygun” bulduğunuz yargıyı siz koyunuz lütfen.)
Örneğin, bir “ben-liğim” vardır diyen biri, bu benliğini, şöyle doldurabilir Türk’üm, Müslüman’ım, erkeğim, Beşiktaşlıyım, v.b. İşte “asıl” sorun bu noktadan sonra başlıyor. Bir “benliğe” bunların “üzerinden” sahip olmak isteyen birisi, bunları “kendinde-şey” olarak ve “kendisi-ile” var edemiyor. Bunları “dışına ittiği” ve “ötekileştirdiği” kimlikler “üzerinden” tanımlamaya çalışıyor (Çünkü insan denilen için hiçbir şey “kendisi” değildir). Bu noktada “ilginç” ,“psişik-denebilecek” bir tutum ortaya çıkıyor.
Kültürün, var-olan toplumsal “dizgelerin”, “karşıtlıklar” ve bu karşıtlıkların bir-birinden “üstünlüğüne” göre konumlandırması nedeniyle, çeşitli türden “aidiyetlikleri” bildiren “kim-likler” üzerinden, “benliğini” ortaya koymaya çalışanlar, karşıtlaştıkları diğer kimlikleri “öteki” konumuna itelemektedirler. Ortalama “maço” bir erkek, kendisini, “kadın-dediklerinin” “zayıflıklarının” bütünleşik-tamlığı olarak tanımlamaktadır. Aynı tanımlama biçimi diğer aidiyetleri için de geçerlidir. Onun “takımı”, en iyi takımdır veya onun etnisitesi, en ideal etnisitedir. Veya onun “inancı” en doğru, yeterli inançtır v.b v.b.
İşin ilginci şu: Çeşitli türden “kimlikler” içre bir “benliğe” sahip olduğunu iddia eden hiç-kimse, “öteki-leş-tirmeden” ve bunun getirisi olan “olumsuzluklardan” uzak duramaz, bu “olanaksızdır. Örneğin, en üst-kimlik olarak görebileceğimiz insanlık kimliğinde ve bunun üzerinden bir benliğe sahip olma durumunda bile “ötekileştirme” kaçınılmaz olarak vardır. Bir varlık, kendisini bir “insan” olarak görmeye ve “kabul-etmeye” başladığı anda, bazı şeylere de “hayvan”, insan olmayan v.s demek zorundadır. Çünkü “insanlık” “kendinden menkul” bir durum değildir. Bu insanlığın, ayırt edici “referansları” olmak zorundadır…
Şimdi, “insanım” diyenin, hayvanlara “yaptıklarını” düşünürseniz, “Müslüman’ım, Türk’üm, erkeğim” diyenlerin “böyle” görmediklerine neler yapabileceğine ve “niye” yaptığına varın siz karar verin.
Kendisine "yönelen" için, başka deyişle, kendisini "sorguya" alan için “ben-liği” "özne" değil, "nesne" konumundadır. Yani, daha başlangıçta, “öz/ne?”, bu yönelmişliği “nedeniyle”, (ki bu "kaçınılmaz bir zorunluluktur) "nesne" haline gelmektedir. Zaten "özne denilen" "öyle" olsaydı, bu "yönelişe de" gerek kalmazdı. Dolayısıyla, "özne-arayışlılığı", “simgesel-imgesel arzusal ve bilmem ne SEL... eksiklikten, tamlanma "ihtiyacından" değil, “yok-sun-luktan doğmaktadır. Keşke "denildiği" gibi olsaydı. O zaman "işimiz" oldukça "kolay" olurdu. Eksik olan, tamamlanabilir.
Kendisini "arayan" ve bu arayışıyla birlikte kendisi-için kendisini “nesne” kılan ve var-denilen bu varlık, kendisini “nesne” kıldığı için "öteki" durumuna düşmüştür. Bu, "arayışta-olanlar" için, bir "zorunluluktur. Çünkü bu durumda bir "ara-YAN" vardır, bir de "aranılan"… Arayan, (kendisi de dahil olmak üzre) “k-aybettiğini bulamaz da!!! Çünkü burada, arayan açısından "zorlu" paradoksal durumlar vardır.
Bir insan bireyseli ben-lik denileni, "kendisini" arıyorsa eğer, burdan iki olası-durum çıkar:
Birincisi, ya "önceden" sahip olduğu bir "şeyi" sonradan kaybetmiştir ve o kaybettiğini aramaktadır. Yani arayanın daha "önceden" bir "benliği" vardı ve bi nedenle ve "bi-şekilde" bu benliğini kaybetti şimdi "onu" arıyor.
İkinci olası durumsa, arayan, "aslında" hiç-sahip olmadığı bir "şeyi" arıyor. İşte bu noktada bulunuluyorsa (ki bence durum bu) ve buna rağmen aranıyorsa" iş oldukça zorlayıcı demektir. Çünkü neyin arandığı ve “nasıl” olduğu bilinmiyorsa, nerede olabileceğine dair de "en-ufak" bir iz-lek de yok demektir. Hadi bir şey bulundu diyelim ki, arananın o olduğu nerden nasıl anlaşılacak.
İnsanlık tümelinin bireysellerinin bir ben-liğinin, kendiliğinin olduğu sonucuna götüren, bunun için çok kullanılan “ayna simgeseli” ise, "simgeselin" ötesine geçememektedir. Bu dediklerimi "anlamak" için eline bir ayna al ve şu "kişisel" deneyimi yap. Aynadaki "görüntü-denilen"le, dışarda "gördüğün" ve "asıl" ben-inin “iz-leği” olarak düşündüğün, o görüntü kaynağı da, bakan için “görüntü-nesne” nesne ve “dilde varlık”…
Kendi kendini görme "biçimi" aynadaki görüntünü görme biçimine göre kıyaslandığından, kendi kendisini görme algısına "doğrudan-algı” denilmektedir, oysa aynadaki görüntü ne kadar "sanalsa", ayna dışındaki görüntü "kaynağı" denilen de, “kendi görüntüm de”, bir o kadar "sanal"… (Tamam, bırak şimdi aynayı, fazla bakma Maazallah, tehlikelidir, zihin denilen için “aynalar/yüzleşmeler”. Asıl "boşluğunla/yüzleşmek” zordur, sürekli, benliğine ve “ hele de doluluğuna!!!!” inanan için…
Ortada bir X var ve "bizler", bu X’i, kendinde-şeyin ötesinde, "simgesel" alana çekiyoruz ve onu orada "kurguluyoruz"... Bu ve benzeri tümceler "kurucu-bir öznenin" varlığını "zaten" kabul ediyor.
Bu şekildeki tümce "kuruluşları" "öz-nelik" sorununu çözmüyor, sadece "üzerini-örtüyor".
X'e dair yaşanan tüm süreçler, bu tür tümcelerde geçen "bizler" denilen ve "kurucu-olduğu" kabul edilen "özneler" için de geçerli. O noktadaki X, sadece "şeyleri" değil, öznenin-kendisi" denileni de içeriyor.
Bu "açıdan" alındığında, sorun "eksiklik" veya "kayıp öznelik" durumları olmaktan çıkıp başka bir alana kayıyor. Zaten sorun öznenin "eksikliği" ve "kayıplığı" olsaydı, bu "çözümü-mümkün" bir sorun olurdu. Eksiklik olarak alındığında, "dayanak" ve bazı şeylerin "varlığı" ön-kabuldür de. Dayanak ve bazı-şeyler var ise, bunların "tamamlanması" çok mümkündür ve şimdiye kadar tamamlanırdı...

Bu noktada sorunu "doğru-olarak" ortaya koymak gerekiyor. İnsan denilen "sanıldığı gibi", ne bir "tözden" hareketle bir "öz-nelik" arıyor, ne de "kayıp-olanı" arıyor. İnsan denilen "tamamen" bir "öz-nelik" yaratmaya çalışıyor. Şimdiye değin, "özne-ön kabul" olarak alındı, hazır bi şey, ama giderek "yabancılaştı" falan şeklinde görülüyor.
Yani tüm söylemlerin, başlangıcında bir "özne" kabulü vardır zaten. İnançlı birine göre, "mutlak-kurucu" özne, tanrının kendisidir ve tanrı onu "kul-olarak" varlığa eklemlemiştir. Materyalist söyleme göre, maddenin iç, diyalektik oluşum, değişim-dönüşüm süreci içinde, "insan-denilen" bir bilinç-sahibi "özne", kendisinden bağımsız olarak, hazırca ortaya çıkmıştır. Ucu açık da olsa, bir "dayanak-özne" vardır ve bu özne giderek, hem doğayı hem de, kendisini değişip, dönüştürmekte ve "tamamlamaya" çalışmaktadır.

İşte bunlar "tözcü" yaklaşımlardır ve sorunu "çözmek" yerine sadece "üstünü-örtmektedirler.
Şimdi, "özne-denilen", "ben-konumu" ötesinde "imiş-gibi" duran her şeyi, ben-e "indirgedik", ki bu indirgeme kaçınılmaz ve "karşı-konulmazdır. Kim ne derse desin, son-uçta bu "böyledir ve böyle olmak zorundadır. Ben-in dışında olduğu "var-sayılanların" "dışındalığı" bir ön-kabulden öteye gidemez ve hiç-kimse bu "dışındalığı" tanıtlayamaz veya kanıtlayamaz. Bunu "başarabilmeleri” için, ya “tanrının kitabına” (dünyaya gönderdiği vahiylere değil ama, çünkü tanrı vahiylerde  _vahy ettiği doğru olsa bile_ "insan-ca, onun anlayacağı dilden konuşmuştur”), levh-i mahfuzuna başvurmak zorundadırlar.  Ya da bizlere, kendisinden, kendi gözünden, beyninden bağımsız ayrılmış  olarak, gözüme ve beynime baş-vurmadan (çünkü bunlar "sorunludur") "inekliği" göstermek zorundadırlar (Burdaki, ben-e indirgeyiş, "tek-benci" anlayıştan farklıdır, "berkeleyci" bir tek-bencilik söz konusu değildir.).

Sorun şu, kendi-beninize "geçişi", yine "kendinizde" nasıl sağlıyorsunuz? Bir "benlik" algısına, duygusuna, sezisine veya başka türden, her ne olursa olsun, "neyle" ve "nasıl" ulaşıyorsunuz?
Ben dediğ-im iz-de kayboluyoruz. Bu noktada sorun, existentialistlerin ortaya koyduğundan çok daha ötelerde ve köklü.

Ben-diğeri ilişkisi sırasında, diğerinin bana "bakışı" beni "kendi-için varlık" olmaktan çıkarması, "yapısal-değil", "konjektürel" bir durumdur. Bir ben-im varsa ve ona "ulaşa-bilmişsem", diğerinin "bakışı", bende "çözülmeye, çöküntüye" yol açmaz... Onların deyimlemesiyle, "diğeri cehennemdir" durumu, ben-liğin, kendisi için yeterince "güçlü-dayanaklı" olmamasının bir sonucudur.
Kısacası, ben-diğeri ilişkisi, ben-ben ilişkisinden sonra gelen, tali bir durumdur. Ben-ben ilişkisinin "sakatlayıcı-olması", "ben-diğeri" ilişkisini de "cehennem-alanına" çevirebilmektedir.
Bu durumda şunu çözümlemek gerekiyor, "ben-ben ilişkisi" ne üzerinden ve "nasıl-konumlandırılacaktır?

Ben-ben ilişkisinin "sakatlayıcı" olup-olmaması, ne "üzerinden" kurulduğuna bağlıdır. "Ego-santrik", "üst-söylemci" yapıların açmazları, "ben-ben" ilişkisini, "şey-leş-tirilmiş" bir takım yapılar üzerinden kurmaya çalışmalarındandır

Ben-liğe yönelen her "söylemin-kendisi", hazır-verili bir "özne-benlik" ve onun "karşısında-duran" nesne-obje tanımından hareketle  “benliği” kurgulamak zorunda kalmaktadırlar.
Söylemlerin "açmazı-da" bu "hareket noktasının kendisidir" zaten. Ne, ortaya koydukları, "tanı-ladıkları" öz-ne/benlik, ne de nes-ne/obje, o "tanım(a)larının" dar elbiseleri içine sığmamaktadır.
Dolayısıyla, "söylem(e)lerin üzerinden" giderek ne özneyi ne de nesneyi anlamak olanaksızdır. Bu noktada sıkı bir şekilde "söylemi-çözündürmek" gerekir.
İnsan adı-verilen, var-lık kılınan, bir "kim-lik" arayışına girmektedir. Bu arayış, "adlandırma-üzerinden" yaşama geçmeye çalışmanın "olmazsa-olmaz" koşuludur. Bu durum şuna-benzer:
Yeni bir "bebiş-dünyaya" geldi. Dünyaya-gelen bu bebişin içinde bulunduğu/doğduğu söylenen toplumsal yapının zemini, "kim-likler" üzerinden hayatı "düzgü-lemiştir Kaçınılmaz olarak, bu zemindeki düz-gülülükten hareketle ona da bir-takım "kim-likler" giydirilecektir. Hetoro, homo, teist, ateist, Müslüman, Hıristiyan, cim-bomlu, fenerli, erkek-si, kadın-sı ve de daha "binlercesi"...
Bu "top-lumsal-kimlikler" üzerinden hayata geçiş yapmaya çalışan bebiş, giderek kaçınılmaz olarak "en-hafifinden" nevrozlu hale gelecektir.

İşte bunun gibi, "ben-lik" arayışı, insan-denilenin kendine bir "kim-lik" bulma çabasının bir sonucudur. Toplumsal "kim-likler", bebişi diğerlerine karşı-konumlandırma ve "düzgüye" hizmet amacı görürken, "ben-likle" aranan "insansal-kimlik" evrendeki diğer-şeylere karşı bir konuşlanış-bulma ve bu "düzgü-lükten" hareketle "var-oluşa geçme" isteğinin sonucudur.
"Tanrı öldü" önermesi, ilk ve güçlü bir darbedir, "düzgülü-benliğe" vur-ulan. "İnsan-öldü" önermesine giden yolu açandır ve _haberiniz yok mu_ "insan-öldü" önermesi, düz-gülü benliğe "vurulan-nihai" darbedir...

Tümel-insanlık denilen açısından bakıldığında, tek-il bir insanda olduğu gibi, insanlık-denilen, bir-kimlik "üzerinden", "var-oluşa" geçmeye çalışıyor...

Bu noktanın "anlaşılması için", en-yalın olanından almaya çalışacağım. Bu yalın-örneklemelerin, ortaya çıkarabileceği sorunları "ihmal-ederek" okumaya çalışınız...

Olası anlamlarıyla, "psikoloji-bilimi" denilenin verileri açısından aldığında, kendisini-kendisiyle var-edemeyenler, bir-takım "kim-likler" üzerinden, kendisini var-etmeye çalışırlar. Buna "Freudyen" psişede, "özdeşim-kurma" s-avunu mekanizması denir. Çocuk, arkadaşının atladığı bir yerden atlayamayınca, "abisini-devreye" sokar ve "benim abim burdan atlardı, abim senin abini döfer" falan demeye başlar. Çocukluk döneminde başlayan bu "özdeşim-kurarak" var-olma çabası yetişkinlik hayatı boyunca da devam eder. Kendisiyle övüncü-olmayanlar, tuttuğu-takımla, onun edindirdiği "kim-likle", milletiyle, işiyle, eşiyle, "bilgileriyle", "idolleriyle", "ideolojileriyle" v.s. v.s. bunların "üzerinden-olmaya" çalışır.

Tüm bunların "ötesinde-kendine" bir "kim-lik" bulmaya çalışanlarsa, bu sürece girdiklerinde, psişe-biliminin, "kendini-gerçekleştir" şeklindeki "kof-boş" düstur-emri doğrultusunda, kendilerini-kazmaya çalıştıklarında, bir-şey bulamazlar. İşte bu "son-uç-suzluk noktasında da" şizo-id kimlikler orta yere s-açılmaya başlar. Ah, Allah’ım, ben kim-im, ney-im, felan diye, feryat-figan orta yerde kalırlar, mask-takıp çıkarırlar, giderek bu "oyun-onlar-için" bir "gerçeklik-eylemine" dönüşü-verir.
Şimdi, tekil-lerden tekrar "tümel-insanlığa-dönelim":
Aslı-astarıyla ve her-şeyiyle, "öz-ünde", "öz-süzlük" olan, insan-denilen varlık, yukarıdaki tekil-in psişesinde olduğu "gibi", "öz-deşim" üzerinden var-olmaya çalışmaktadır ve giderek de buna alışmaktadır. Kah tanrıyla "flört-ederek", eşref-i mahlukat babından, kah _bazı, daha uyanık ve "a-kıllı"-olanlar sa_, "madde-dedikleriyle" flört-ederek, "farkındalık-bilinçlilik, akıl-lılık" babından var-oluşa geçmeye çalışmaktadırlar. Kafaları-için bu tip "yumuşacık-yastıklar" bulamayanlarsa, kafalarını "boşluğun-sert duvarlarında" dövmeye, giderek de, ya "çıldırıya", ya da "öz-yıkıma" ulaş-maktadırlar...

*"Tüm cevapların tanrıda" dedi birisi... Yakar dua et ona...
_Duan cevabındır dedi, bu bağlamda daha "kristalize-duran" bir başkası_

*"Tüm cevapların "doğanda-saklıdır" dedi, bir başkası... Kendine-doğru bir kazıya çık, kendini avla...
_”Kendini avlamaya çalışırken, kendine-av-olma” dedi, bu bağlamda daha kristalize-duran bir başkası_

*Eksiklik kaynaklı olan s-im-geselin, im-gelemler-in-de oluşturduğu arzu kaynaklı dönüşüm sür-eçlerinin bir "timsal-sembolü- dür- benliğin" demeye çalıştı bazıları...
_Boşa koy-san dolmaz, doluya koy-san almaz demeye çalıştı bazıları buna kar-şı_

*"Sen bir olanak/olabilirliksin" dedi bir başkası, cevaplar "yaratabildiğin de…"
_Yaratılış süreci oldukça sancılı-bir yoldur diye, dip-not düştü bir başkası_
"İşte b-öylece sürü-p gidiyordu, ben-den ileri, tanrı-dan geri veya ben-den iç-eru ve dış-aru “BEN-LİK” arayışları"…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder