Ferda
“Tüm dil/metin ön söz konumdadır ve hiçbir sözceleme bu konumun ötesine uzanamaz”
SADELEŞTİRME ÇABASI
“Bu tümce, Türkçe denilen dilin “notasyon sistemiyle” yazılmıştır ve “içeriği” buna göre şekillenmiştir”
1-Bu tümceyi, Türkçe denilen dilin notasyon sistemini bilen biri “okuduğunda”, bu tümce onun için “anlaşılır” olacaktır. (Bu bağlamda, bir notasyon sistemini bilen birisinin “okuduğunu” anlaması/anlayamaması, “yazılım/notasyon” sisteminden değil, “okuyandan” kaynaklı olacaktır)
2-Bu tümceyi, Türkçe denilen notasyon sistemini bilmeyen biri okuduğunda, bunun bir “dilsel-bildirim”, “notasyon sistemi olduğunu” anlayacak, ancak, iletinin/haberin veya mesajın “neyden söz ettiğini”, kısacası “içeriğini” anlayamayacaktır. Bu iletinin neden söz ettiğini anlaya-bilmesi için, bu notasyon sisteminde kullanılan “sembollerin”, kendi notasyon sisteminde “neye-karşılık geldiğini” anlaması gerekecektir, eş-deyişle, “bu=this”, tümce=…” denkliklerini kurması gerekecektir.
3-Varsayalım ki, bu tümceyi uzayın “boşluk-denilenine” doğru üfledim. Ve varsayalım ki, bir dünya-dışı varlık kipi/formu bu tümceyi “algıladı”.
İşte tam da burada “film-kopuyor”. 3 nolu var-sayım söz konusu olduğunda, tümce ve ait olduğu notasyon/yazılım sistemi beni ele geçiriyor, kıs-kıvrak yakalayarak, tüm olanaklarımı bağlıyor. Uzayın boşluğun üfürdüğüm bu sesi, bir “ileti/mesaj/haber” olarak kodluyor. Bu iletinin bir “muhatapla karşılaşması” durumunu, yine kendi notasyonuna göre kodluyor. Birisi bu iletiyi “algılayacaktır”, ona bi şekilde bir “anlam-yükleyecektir”, çünkü bu iletide bir anlam var ve anlamın olduğu iletinin muhatabı da (muhatap olduğu anda) anlayıcı konumuna geçmek zorundadır.
Şunu demeye çalışıyorum, şu ana değin yazdıklarımı hangi notasyon sistemiyle yazarsam yazayım veya seslendirirsem seslendireyim, (Aborjince, İngilizce, Çince, v.s) tüm bunlar sadece ve sadece “insan-denilene” hitap edecektir. İnsan denilen dışında, hiç-bir varlığa bunlar, anlam/haber içeriği taşıyabilen bir ileti-olarak gelmeyecektir.
1 ve 2 nolu durumlarda, anlamak veya anlayamamak, yapısal değil tamamen “teknik” bir durumdur. Bu durumlarda anlamak veya anlamamak, ya ileti ya ileti kanalı ya da alıcının özellikleri ile ilgilidir, bu üç özellik “anlamanın” gerek ve yeter şartlarına haiz ise, anlama gerçekleşir, değilse gerçekleşmez.
3 nolu durumda ise, anlamak veya anlamamak “yapısal” bir durumdur. İnsan dışı başka bir “form”, insan denilenin notasyon sistemini “nasıl-anlayacaktır”. Bir dilden başka bir dile çeviri mümkündür ve bu bir tür “kriptolojik-işlemdir”, peki bir türün notasyon sistemi “başka bir türün” notasyon sistemine nasıl çevrilecektir. Çeviri işlemi, farklılığa rağmen, ortak “referansların” varlığına dayanır. Türkçe denilen dilden, Çince denilen dile çeviri, “gösterilenlerin” ortaklığının ürünüdür, gösterilenler düzleminde bir denklik kurduğunuzda, bir notasyon sistemini başka bir notasyon sitemine çevirmek mümkündür. Peki, “insanlık-dilini”, farz-ı mahal, “Venüslülük diline nasıl çevireceksiniz”…
Bunlarla şunu anlatmaya çalıştım, her türden “anlatı” ve “anlamlandırma” ve bunlara bağıl olarak ortaya çıkacak veya çıkmayacak olan “anlama” denilen, notasyon sistemleri farklı da olsa en-temelinde “bir ve aynıdır”. Yani, ortada tüm farklılıklarına rağmen, tek bir insanlık dili vardır. Notasyon sistemleri, Arapçadan Çinceye, Çinceden aborjinceye farklı da olsa, tek bir insanlık dili vardır ve bu bağlamda insanlığın tüm, “anlatı, anlama, anlaşma işlemleri” ve bunların tümünün birden dayanağı olan “anlam” denilen total bir yapıdır ve onunla ilgili tüm işlemler totolojiktir…
Sahiden de, birbirinden farklı olabilen iki-dil, birbirini “asla-anlayamaz”, eğer bir dil bir şekilde de olsa başka bir dile “çevrilebiliyorsa”, bu o iki dilin en temelde bir ve aynı olduğunun gösterenidir.
1- “YD EÇKVTBO ZJLZUÖRÖAUZ FOŞĞTBO ÜIAKÇFGÇJÇZUÇKĞ”
2- “I9NL S JE V Ğ49R*43 T MM DOFLOROUT489T5 DŞD4ÜT5*CV RGHWRHUHF 82UE U ÇEGNA”
Yukarıdaki 1 ve 2 ile kodlanmış tümcelerde, Türkçe denilen notasyon sisteminin abc sine dayanarak bir “şifreli” bir anlatım yaptım. Dayandığım şifreyi “çözmeden” bu harf öbeklerinin ne dediğini anlayamazsınız. Ortada bir “ileti” var, bunun “fiziksel yapısını” görüyorsunuz, ancak “içeriğine ulaşamıyorsunuz”…İletinin dayandığı şifreyi size söylediğimde, iletinin anlamı ortaya çıkacaktır. (Şifrelemede öznel bir kod-sistemi kullanmadım, oldukça genel bir kodlamaya dayandım, kriptolojik işlemleri sevenler uğraşsınlar bakalım, iletinin şifresini çözebilecekler mi?)
Yalan söyledim, 1.harf öbeklerinin bir “şifresi” var, ikincilerinin ise yok. İkincileri, gözlerimi kapayarak, rastgele, gelişigüzel bir biçimde klavyenin tuşlarına basarak oluşturdum. Tesadüfen bir “şifreleme-esasına” denk düştü mü bilmiyorum, ama sanırım bu oldukça düşük bir ihtimal. Eğer bu itirafı yapmamış olsaydım, 2.tümcenin anlamsal içeriğine ulaşmak isteyenler, bunu “anlamlı” bir bildirim sanıp uğraşacaklardı ve belki de “kendilerince” birtakım-anlamsal içerikler oluşturabileceklerdi. Sanırım bu anlatı, dil-metin denilene dair olarak, “okuyucu-olana” bir şeyler çağrıştırmıştır.
İleti, iletme, anlama ve anlaşma işlemleri aslında tam da bu sürece karşılık geliyor. Önce bir şeyleri “şifreleyen” bir “notasyon-sistemi” oluşuyor, bu notasyon sistemine dayanarak, bir ileti kuruluyor, ileti bir başkasına yöneliyor. İletiyi alan notasyon sisteminin “şifreleme” esaslarını biliyorsa iletiyi anlıyor, değilse de anlayamıyor, süreç aslında işte bu denli basit ve bu süreç, dil-metin denilen her yerde ve herkeste bu “biçimde-işliyor, iş-görmeye çalışıyor.
Olan-denilen açısından aldığınızda, tüm bu anlatılanlar böyledir. Eğer, spekülatif, meta-fizik kurgulara düşkünseniz, bundan sonrasında, sonsuza değin kurgu yapabilirsiniz. İnsan denileni, üst-makro yapıların içinde bir “alt-mikro” birim olarak alırsanız, makro yapıdan bu birime bakarsanız, belki de şu anda, bunları yazan ben değilim, yazdırılıyorum ve belki de benim de hiç-bilmediğim, ön-görmediğim başka bir işlevi yerine getiriyordur. Belki de birileri beni kullanarak, başka birilerine bir-şeyler söylüyordur, belki de karnın gurultusu, kanımın dolaşımı, gaz çıkarmam, hapşırmam, ağlamam, gördüğüm rüyalar, başka boyutlara, âlemlere haber taşıyordur… İşte “paranoya-nın” başlangıç noktaları, işin ilginci, hiç-kimse bunların “böyle olmadığını” bana nihai olarak “kanıtlayamaz”, belki de çaldığımız tüm müzikler, söylediğimiz şarkılar, kâinatın sevinç veya hüzün sesleridir, belki de bizlerin bağlı olduğu bir üst-ünite, bir şarkıyla birine ilan-ı aşk ediyordur, kim bile-bilir ki bunların böyle “olmadığını” veya “olduğunu”. Görüldüğü üzre, “spekülasyona kaydığı anda, o alanda, sonsuza değin, “büyüleyici, ilginç” denilebilecek kurgular üretebilir.
Böylesi bir giriş yapmamın nedeni şuydu; “anlam, anlatı/ileti/mesaj, anlatma/bildirme, anlama, anlaşma” denilen yapı ve süreçlerin, hepsinin birden çıkış bulduğu, içinde yuvalanmış olduğu, adına “dil-denileni” …………….. “bütünselliği” halinde görmek isteği. Sanırım bu “koyultama” ve ilişkilendirme biçimi, oldukça işlevsel ve “olanların-üzerine” oturur nitelikte. Bir dil-denilen sistemleştirme formu/biçimi olmasaydı, “anlam, anlatı/ileti/mesaj, anlatma/bildirme, anlama, anlaşma” denilen yapı ve süreçlerin gerek ve yeter şartı da ortadan kalkmış olurdu.
ANALİTİK DÜŞÜNÜŞ ÇABALARI…
Öncelikle bir kavramsal çerçeve çizmem gerekiyor. Bu bağlamda hangi kavramlarla iş görmeye çalışıyorum veya hangi kavramların, ilgili olduğu hangi sorunlarıyla boğuşmak istiyorum.
Bu bağlamda, verili ve deşilmesi gereken kavramlar şunlar; “anlam/anlamsızlık, anlatı/ileti/mesaj, anlatma/bildirme, anlama, anlaşma/iletişim-anlaşamama/iletişimsizlik” ve tüm bunların içinde yuvalandığı, dil/metin-dilsizlik/metinsizlik denilen yapı.
Tüm bunların bir “sıra-düzeni”, hiyerarşisi var mı? Şöylesi bir dizgeleştirme ve ilişkilendirme çabası içine gireceğim.
Öncelikle ortada, adına dil-denilen bir “notasyon” (kodlama, şifreleme, sembolleştirme) sistemi var. Bu sistemin birtakım “anlamları içerdiğini” kabul ediyoruz. Eş deyişle, dil-denilen anlamın, dış, somut-fiziksel yüzünü, bir tür “kabuğunu” oluşturuyor ve bu kabuğun içinde “anlam-denilenin” taşıyıcılığını yapıyor. Kabuğu bi şekilde kırıp, “içine nüfuz edebildiğimizde”, anlam-denilen ile karşılaşıyoruz.
Böylelikle, dil-anlam ilişkisini kurmuş olduk. Bundan sonrasında süreç şu şekilde işliyor. İlgili notasyon sistemleri ile herhangi bir “dilsel işlem” yaptığımız anda, anlam denileni “taşımış” ve bir “ileti/mesaj/haber” haline getirmiş oluyoruz.
(Tam da şu anda ben-denilenin yaptıkları bunlar, ortada Türkçe denilen bir notasyon sistemi var, bu notasyon sisteminin içinde yuvalanmış olan “anlam-dünyaları” var ve ben, Türkçe denilen notasyon sistemine dayanarak, birtakım dilsel işlemlerde bulunup, ortaya, dil-anlam denilenlere dair olarak bir “ileti/haber/mesaj” ortaya çıkarmaya, koymaya çalışıyorum)
İletinin ortaya konulmasından sonra, bu ileti “dolaşıma-giriyor” ve birilerinin “anlama-çabasına” konu olur hale geliyor. (Şu anda sizin bunları okurken yapmaya çalıştığınız işlem, bunları “okuyorsanız”, sürecin ben-denilenle ilgili olan ayağının birinci kısmı tamamlanmış demektir) Bunları “okumanız” sırasında ve sonucunda, süreç size ulaşarak işlemeye devam ediyor, “anlıyorsunuz” veya anlamıyorsunuz”, kabul ediyorsunuz veya etmiyorsunuz, anlaşıyoruz, iletişim kuruyoruz veya anlaşamayıp iletişim kuramıyoruz…
Sürecin “girdisi”, dil-denilenin taşıyıcılığını yaptığı, anlam-denilen, ara süreçlerden sonra, sürecin “çıktısı” ise, iletişim veya iletişimsizlik…
Tam da bu noktada, şöylesi bir meta-forik anlatım denemesi yapacağım. Anlam-denileni, tüm bu süreçlerde “taşınan kan-olarak” düşünürsek, bu sürecin kalp denileni dil/metin oluyor ve kalp “ atar ve toplardamarlar aracılığıyla”, (ki damarlar da ileti kanalları işlevini yükleniyor) ilgili organlara iş-yapabilmeleri için, kan pompalamakla meşgul. Dil/metin denilen bu durumda bi tür “distribütörlük-işlevini” yüklenmiş oluyor.
Bu alt-fizyolojik mekanizmanın içinde yer aldığı bütünsel “organizma” nedir peki? Bir tür kalbi-işlevi yüklenen dil/metin, ne adına niye damarlar/ileti kanalları aracılığıyla, nereye kan/anlam pompalıyor ve ilgili organ niye kan-istiyor? Sanırım bu sorulara verilecek tek olası cevap “yaşam-denilen” organizmadır. Bu alt fizyolojik mekanizma, yaşam-organizmasına hizmet etmeye çalışmaktadır…
Bunlardan çıkarsanabilecek zorunlu son-uç önermeleri şunlardır, nasıl ki, bedenimin içindeki fizyolojik yapıların tüm ve ortak işlevi, “can-lılığımı/yaşamsalımı” devam ettirme yönünde çalışıyorsa, bunun için ve buna “hizmet-ediyorsa”, aynı şekilde, dil/metin ve anlam da “yaşamsal-bağlamda” var, bunun dışında ve başka bir yerde ve işlevde değil…
Böylelikle, bütünsel fotoğrafı çekilmiş, dil/metin ile birlikte anlamın yaşam-bütünselliğindeki “konumlanışını” ortaya çıkmış oldu.
Bu noktada benim itirazım ve üzerinde duracağım boyut şu; İnsan türseli dışında kalan diğer yaşam formlarının hiçbirinde, insanlarda olduğu gibi dilden bir kalp yok. Tüm bitki ve hayvan formlarında, yaşamsal süreçler, cap-canlısından yine kendi doğal içsel dinamiklerinden fışkırmakta, damarlarında gezinen birtakım “uyduruk-anlamlar” dünyası ile değil, “sahici-kanla” beslenmektedirler. Bitki veya hayvanlar veya her ikisinin “tümleşik-bağlamdaki” iletişim, “contax-kurma” süreçleri, yine anatomik ve fizyolojik yapılarının bir doğal parçasıdır. Hayvanlar, “kokularla veya doğal-seslerle” contax kuruyor ve ne bitkilerin ne de hayvanların kendi aralarında bir “iletişim sorunu” yaşanmıyor. Kısacası, insan denileni doğa, var-oluş denilenden eksilttiğimizde, geriye kalan alanda hiçbir sorun yoktur. Hava toprakla, toprak bitkilerle, bitkiler hayvanlarla, hepsi birden suyla, bi güzel anlaşıp, kaynaşıp yaşamaktadırlar, iletişim denilen sorunları yoktur
İnsan denilenin ise giderek bi şekilde “yaşamsal-kalbi” yerinden çıktı veya düştü. Bu nasıl ve niye oldu, bilmiyoruz. İnsan denilenin kalbi yaşamsal alandan düşünce, ona bi tür kalp-nakli yapıldı ve yaşamsal kalbin yerini, yapay-olan dil-kalbi aldı. Artık insan denilenin doğal kalbinin yerini yapay dilsel ve giderek de “metinsel” kalp almıştı. Bu yapay kalp, kanlı-canlı kan yerine, doğal olarak kendine uygun olan, yapay, “anlamsal kanı” pompalamaya başladı. İnsan türselinin toplumsal ve giderek de bireysel yaşamı, bu kanla beslenir oldu. İnsan denilen, içinde bulunduğu yaşamsal bütüne, bu noktadan sonra, bir tür, metin-canlısı olarak eklemlendi.
Tam da bu bağlamda, insan denilenin bu yeni hali ile hem kendi doğal-biyolojik, hem de içinde bulunduğu tümleşik-doğal yaşam denilen ile kan-doku uyuşmazlığı vardı. Cap-canlı bir organizmaya, mekanik-yapıların eklemlenip, bir tür “sayborg-varlığın” ortaya çıkışı gibi, insan denilen de yarı-doğal yarı yapay bir varlığa dönüşmüştü.
İşte o gün bu gündür, insan denilen hem kendisi ile hem de içinde bulunduğu tümleşik yaşam alanı ile kavga etmektedir. Bu yapay kalbi ve onun damarlarında gezinen anlamlar-dünyasını, ne kendi “otantik” yaşamı ne de içinde bulunduğu tümleşik yaşam, içine sindirip hazmedemedi.
Yapay kalp/metin halledilebilirdi, ancak onun sürekli ürettiği ve damarlarında gezinen anlamsal-kan ile yaşam denileni uzlaştırmak olası değildi. Bu iletide elimden geldiğince, bu sorunu “belirgin kılmaya” çalışacağım.
DUAL YAPILARI “BİR-LİKTE” GÖRME ÇABASI
POZİTİF/OLUMLAMALAR
|
NEGATİV/OLUMSUZLAMALAR
|
Anlam/anlamlı
|
Anlamsız
|
İleti/haber/mesaj
|
İletisizlik/habersizlik/mesajsızlık
|
Anlama/iletişim/anlaşma
|
Anlayamama/iletişimsizlik/anlaşmazlık
|
İletişim
|
İletişimsizlik
|
Anlaşma
|
Anlaşamama/anlaşmazlık
|
1-ANLAM /ANLAMSIZLIK DURUMLARI
Dil/metin denilenin dışında ve onun işaret etmeye çalıştığı alanların “kendisinde”, sahiden de “karşıtlıklar” var mı bunu nihai olarak bilmiyoruz. Olumlama ve olumsuzlama metinle ve metnin penceresinden doğa ve yaşam denilenlere baktığımızda devreye girmektedir. Metin içinde konumlanan bu olumlama ve olumsuzlamalar ne anlama gelmektedir? Olumlama ve olumsuzlamaların oluşturulmasında kullanılan “kriter” nedir? Sanırım bu konuda ulaşabileceğimiz tek ve nihai kriter “yaşamsal-denilendir”. Yaşamsal denilene hizmet edenlere “pozitif/olumlama”, yaşamsal denilene hizmet etmeyen, onu yokuşa süren, zorlaştıran ve giderek de imha etmeye çalışanlara da olumsuzluk diyoruz. Yaşam/ölüm karşıtlığında olduğu gibi. Yaşam, pozitif, olumlama, ölüm ise onu “yok-luğu”, olumsuzlanması anlamına geliyor ve diğer tüm “karşıtlık-durumlarını da” buna göre kuruyoruz.
Öte yandan, metnin ortaya koyduğu “yaşam/ölüm” karşıtlığını deşmeye çalıştığımızda, nihai bir karşıtlık bulamıyoruz, ölümle yaşam arasında, karşıtlık değil, sarmal bir birliktelik bulunmaktadır ve ölüm denilen yaşama-içrek bir durumdur, nihai olarak “ölüm-denilen” sadece metinde vardır, metin-dışında ölüm diye bir şey-yoktur. Bu şekilde ölümü “çökertmek”, yaşam denilenin de “pozitifleme/olumlama” statüsünün ortadan kalkışını getirir. Çünkü karşıtlık-denilenler, birbirlerine göre vardır, biri yok ise, diğerinin gereği de ortadan kalkmış olur.
Bu argümanı, yukarıda sözü edilen “olumlama/olumsuzlama” çiftlerine karşı da kullanacağım. Anlam bağlamında, anlamlı/anlamsız derken ne kastediyoruz? (Henüz “anlam-denileni “sorunsallaştırmadım” ve bilinen “anlam-denilen üzerinden” anlama dair içerikleri kullanıyorum)
Herhangi bir uyarana, duruma karşı “anlamlı-derken” demek istediğimiz şey, onun “alıcı tarafından” “anlaşılmış veya anlaşılabilir bir şey olmasıdır”. Eş deyişle, “anlam denilen”, “anlatmak ve anlamak” ve giderek de “anlaşmak-için” vardır. Tüm bu, dolaşım süreçleri üstünde ve dışında bir “apriori” nitelikte olabilen, sürece “önsel ve dışsal” bir anlam yoktur. Anlam denilen “anlamak içindir”, anlamak ise yaşam denilen içindir.
Anlaşılır olan şey, “anlamlıdır”. Bu durumda anlam-denilen, “kendinden menkul bir durum” değildir. Anlamlı olduğu için bir-şey “anlamlı-değildir”, anlaşıla-bilir olduğu için anlamlıdır. Anlaşılır bir-şey yok ise, “anlamdan söz edebilmek olanaksızlaşır”. (Tarkowski’nin “solaris filmi” önerilir bu bağlam ile ilgili olarak) Anlam denilenin kurumsallaşması nedeniyle bizde tersi olan çarpık bir algı oluşmuştur. Sanki şeyler “anlamlı-olduğu” için biz onları “anlıyormuşuz gibi” bir ters gösteren, aslında anlamın-faşizminin ürünüdür.
Bir şeyin “anlaşılır-olması” ne anlama gelmektedir? Anlaşılırlığı onun “anlamlılığını” getirirken, anlaşılırlığı nerden kaynaklanır? Metne/dile uygunluktan. Diyelim ki, deneyim alanımda ve karşımda duran, nesne/şey veya olay/durum türünden bir X uyaranı var. Bu uyarana dair olarak “belleğimde hiç-bir veri” yok ise, o uyaran benim için “anlaşılabilir/anlamlı” bir durum veya şey değildir. Ona bir “anlam-yükleyip”, anlaşılabilir kılmam için, ona dair bellek denilende mutlaka bir verinin bulunması gerekir. Peki, bellek denilen nelerden ve nasıl oluşur? Öğrenilen ve öğretilenlerden. Bunlar neylerden oluşur, dil/metin içerikleri denilenlerden.
Öte yandan “anlamsızlık” ne anlama gelmektedir? Görüldüğü gibi, soru formunda bile, yani “anlamsızlığa-yaklaşırken” bile, “anlam-denilen” açısından yaklaşıyoruz. Anlamsızlık durumu veya kavramının göstereni, “anlaşılır-olmayandır”. Anlaşılır olmayan ise bellekte karşılığı olmayandır. İlgili durum veya uyarana dair, belleğimde hiçbir veri yok ise, bu uyaran benim için “anlamı olmayan” bir “anlamsızlık durumudur”.
(Bir ara parantez açıp şu ek açıklamayı yapmak gerekiyor. Anlam/anlamsız kavramlarının kullanım bağlamlarını ortaya koyup birbirinden ayırmak gerekiyor, çünkü bağlama göre bu kavramların anlamları değişken olabiliyor. Doğa denilen alanın şey ve olaylarının anlamlı/anlamsız olması ile insan denilen varlığın yapıp-etmelerinden oluşan “kültürel” alandaki şey ve olayların anlamlı/anlamsız oluşu birbirinden farklı. Taş, yağmur, gök gürültüsü anlamlıdır derken kastettiğim ile evlilik, düğünler anlamlıdır derken kastettiğim “anlamlılık” durumları birbirinden farklıdır. İnsan edimlerine dair, bu yaptığın hiç de anlamlı bir davranış değildir derken kastettiğim şey, onun “anlamsızlığı” değil, gereksizliği veya yanlışlığı veya kötü oluşudur. Evlilik, düğünlerin anlamı kalmamıştır, anlamsız edimlerdir derken kastettiğimiz onların anlamsızlığı veya anlaşılır olmaması değil, gereksizliğidir. Oysa doğa olaylarına veya nesnelerine karşı “anlamsız” derken kastettiğimiz şey, onların “anlaşıla-bilir” olmamasıdır)
Anlam denileni, “anlaşılır-olma” bağlamından alıp, anlaşılır olana “önsel kıldığımızda”, anlam denileni “soyut” bir kategori haline getirmiş oluruz. Bu güne değin, anlam denilen sorunun, giderek çözümsüz bir sorunsala dönüşmesinin nedeni de budur. Anlam denileni, soyut kategorik düzlemde aldığımızda karşısına anlamsızlık karşıtını çıkarırız. Anlamsız olanın, “anlaşılır olmamaktan” öte bir anlamı yoktur. Kategorik olarak “anlamsız-sözcesinin”, kendisinden başka göstereni, işaret ettiği bir şey olamaz. Bu bağlamdaki “anlamsızlık” bir olanaksızlıktır. Adı konula-bilmiş olan bir şey, o noktadan hareketle artık “anlamsız olamaz”. Salt mutlak anlamda bir “anlamsızlık”, olanaksızlıktır, bu bağlamdaki bir anlamsızlık, zaten hiç olmayan bir şeye dairdir, “olmayan ise”, ne anlamlı ne de anlamsızdır, sadece “olmayandır”. Anlamsız denileni bizler, yaşam bağlamında, “anlaşılır olmamanın veya da gereksizliğin” gösterenleri olarak kullanırız, bu kullanımsal anlamdan ötede başka bir anlamı yoktur.
2-İLETİ/ İLETİSİZLİK DURUMLARI
İleti derken neyi kastediyoruz? Anlaşılır olma potansiyelini içeren bir uyarıcı durumu. Dolayısıyla, ileti denilen bir uyaranın, “ileti/mesaj/haber” olma özelliği, anlam denilende olduğu gibi, “kendisinden menkul olabilen” bir durum değildir. Örneğin, şu anda yazdıklarımın bir “alıcısı, anlayıcısı, bunları “anlaşılır kılan” biri yok ise, tüm bu yazdıklarım bir “ileti” niteliği kazanamaz. Havanın bulutlu olması veya yerdeki bir ayak izi, gök gürültüsü, “kendiliklerinden” bir ileti değildir, onları ileti haline getiren, tüm bunları “okuyandır”. Diyelim ki, biz insanların yaptığı gibi, şu anda uzaydan birileri bizlere birtakım “iletiler-gönderiyor”. Bizim “alıcı-kanallarımız” bu iletileri algılayamıyor ise, ortada görüldüğü gibi bir ileti yoktur-dur. Bizim uzayın boşluğuna gönderdiğimiz mesajların, birileri için henüz “mesaj-niteliği” kazanmamış olması gibi. Bizim uzaya gönderdiğimiz iletiler, bizim için bir ileti niteliğindedir, çünkü biz bunları “anlaşılır-buluyoruz”. Taş veya öküz için 40.senfoni, “estetik bir ileti” değildir (sanırım), bizim için “böyledir”.
İleti denilenin, yaşamsal dolaşım sistemi içinden çıkarılıp, “soyutlanması” ve “kategorik olarak” alınmış olması, onun “kendisinden menkul” bir şeymiş gibi algılanmasına yol açmıştır.
İletisizlik denilende bir sorun yok, ortalıkta anlaşılır olma potansiyelini içeren bir “uyaranın olmaması” durumu.
3-ANLAMA/ANLAYAMAMA DURUMLARI
Varsayalım ki herhangi bir “kaynaktan” herhangi bir “konuda” “ belli bir bildirim/haber ileti aldık” (Bize iletiyi/haberi gönderenin bunu “hangi araçla” gönderdiği veya bizim bu iletiyi hangi araçla aldığımız önemli değil, teknik olarak, sözsel” veya “yazınsal” dilsel bir “notasyonla” veya bir “jestle/mimikle” veya “sezgisel/duyumsayışsal” estetik unsurlarla veya “telepatik olarak” veya “vahye dilme, iç_te oluşturulma şeklinde”) Bize bi şekilde yönelen ve bizim bi şekilde de olsa aldığımız bu iletiye dair olarak, “anladım/anlamadım” derken ne kastederiz? Bu sorunun cevabına geçmeden önce, daha başka sorulaştırma işlemlerine girişmem gerekiyor.
1-Haberi iletiyi anlamamız, haberin “gönderiliş biçim/aracına” ve “haberin içeriğine” göre değişir mi yoksa değişmez mi? Demem o ki, bir “şiir_imsel bildirimi” veya bir “vahyi bildirimi” veya bir “bilimsel/felsefi” bildirimi veya bir jestle/mimikle bize gönderilen iletileri, “anlamak”, ileti “biçimine göre” değişken midir yoksa “biçimden münezzeh midir”, hepsindeki “anlama edimi” bir ve aynı mıdır? Aynı değildir diyor isek, aradaki ayrım noktalarını “neye göre koyacağız”?
Zannımca, anlama edimi, haberin gönderiliş kaynağına veya biçimine göre değişken değildir ve fakat "içeriğine" göre değişkendir. Zihnin anlak denilen alanı, gelen uyarıcıyı alır, veri tabanına dayanarak bir takım işlemlere tabii tutar, karşılaştırma, analiz etme, farklılaştırma veya kesiştirme v.s işlemler yapılır... Bu noktada ilginç olan şey, bunların "belleğe dayalı" olarak yapılması, bu bağlamda da aslında "anlama" bir tür "totolojik" bir işlem, kendi kendini tekrar eden yapıya sahip. Anladıklarımızdan "anlarız". Zihin denilende, "anlaşılmış" hiç-bir şey yoksa eğer, anlama da olmaz. O nedenle anlama kendi kendini tekrar eden bir durum. Hiç görmediğim bir uyarıcının, hangi "kategoride olduğunu" anlayabilmem ve bu "şu-dur" diyebilmem için zihnimde o kategorilere dair veri olmalıdır. Bu bir meyve veya hayvan veya sebze veya böcektir diyebilmem için, "hayvanlığı", böcek olmaklığı" v.b "biliyor olmam" gerek... Zihin denilende, hiç_bir veri yoksa anlama da yoktur... Kısacası, bilgi işleme hafızanın "veri_tabanı" üzerinde yapılır, eğer gelen habere dair olarak, hafızamda doğrudan veya dolaylı yollardan, habere dair ilişkilendirebileceğim bir veri yoksa ileti/haber benim için "tamamen" bir "UFO" niteliğindedir, ne yaparsam yapayım ona dair hiçbir "anlayıcı" yönde işlem yapamam ve uyarıcı/ileti karşısında kala_kalırım
Sorun gidip gene ilk_noktaya dayanıyor. Bizler, bilmeler üzerine biliyor, anlamalar üzerine anlıyoruz. Bizlere bizlerden önceki kuşaklar "anlama/bilme" donelerini hazırlamışlar, onlara da onlardan önceki kuşaklar, peki "ilk_bilen" nasıl bildi, "ilk anlayan nasıl anladı"? İşte zorlayıcı olan nokta burası, sonraki süreci çözündürmek son derece kolay...
Tam da bu noktada, otistikler ve akıl hastaları denilenler hariç, tüm insan tekillerinde süreç aynı biçimdeki/formel yapılarda işler. Anlamlandırma ediminde, değişkenlik biçimde değil içeriktedir, farklı belleksel içeriklere, kodlama sistemlerine sahip olanlar, farklı veya aynı veya benzer anlama sonuçlarına ulaşabilirler.
Anlama, anlamlandırma edimi, haberin geliş kaynağı ve biçimine göre değişmezken “içeriğine” göre değişkendir. Felsefi, bilimsel, dinsel bir bildirimi “anlamaya” çalışmak ile bir şiirimsiyi veya müziği anlamaya çalışmak birbirinden “yapısal olarak” farklıdır. Daha uygunu, gelen uyarıcılar karşısında, uyaranların niteliğine ve alılmayıcıdaki yansımasına göre değişken olabilen süreçler yaşanır.
Felsefi bir metni, iletiyi anlamaya çalışırken, tamamen belleksel zeminler temelinde, zihinsel işlemlerimi kullanırım… Şiirimsiyi okurken ise süreç oldukça farklıdır. Felsefi metni, algılar veya algılayamam ve hatta onun ötesine geçip “idrak eder veya edemem”, şiirimsiyi okuduğumda ise, işte tam da o sırada, algı ve idrak devre dışı kalır, yaşadığım veya yaşayamadığım şey “duyumsayıştır”…
Tam da bu noktada, uyaranlar, iletiler/haberler söz konusu olduğunda, bunlara dair olarak yapılacak sonuçlandırma işlemleri şunlardır. Öncelikle duyum, algı, idrak, sezgi/hissediş ve duyumsayış. Çoğu zaman bu kavramları yanlış olarak kullanıyoruz. Özellikle hissediş/sezgi ile algı kavramlarını. Türkçeye “sezgi/his” şeklinde çevrilen “entuisyon” için “duyumsayış”, iç-algı daha uygun bir karşılık. His/sezgi kavramlarının “meta-fizik” yan anlamlarının olması, kavramsal kargaşayı getiriyor. Sıcağı, soğuğu hissetmeyiz, duyumsamayız da, sadece “algılarız”. Görsel, işitsel uyaranlar için, genellikle “algı/duyum” kavramlarını kullanırken, ten duyusuyla aldıklarımız için, sezgi/his kavramını kullanırız bu da kargaşaya yol açar, şeylerin yumuşak veya sertliğini hissetmem, bir sesi “duyar” gibi, onların bu durumlarını “algılarım”.
Kısacası, sezgi/his denilenleri devreden çıkarırsak (ki çıkarılmalıdır, bu gösterenler “boş gösteren” konumundadır) geriye iki temel işlem kalıyor, duyum uzantısı olan, algı/idrak ve duyumsayış… Felsefi, siyasal veya dinsel veya da başka türden bir haberi algılarım veya algılayamam, bir şiirimsi karşısında ise “duyumsayışı” yaşarım. Duyumsayışlar üzerine konuşmak oldukça zorlayıcıdır.
2-İletiyi/haberi “anlamamız”, “anlama araçlarımıza” göre değişir mi değişmez mi? Yani, “akıl olanakları denilenleri” veya (varsa) “telepatik unsurlarımızı” veya “vahye açık içsel olanaklarımızı” kullanarak “aldığımız”, habere/iletiye” dair olarak “anladım” dediğimizde, bu anladığımızın “içeriği/biçimi”, ileti yollama ve alma olanaklarına göre değişken midir, yoksa bir ve aynı mıdır? Değişkense bu “değişikliği” getiren “faktöriyelimiz” nedir? Anlama edimi, “anlayıcı araçlarımıza” göre değişkenlik gösterir kanısını taşıyorum. Haber, ileti taşıyabilen uyarıcılara karşı, en temelde iki türden algı biçimi var, “içsel/dışsal” (Locke kaynaklı bir kategorizasyon) Kısaca somut lamam gerekirse, “kulağıma kadar gele bilen” bir ses, beni ya “düşüncelere”, ya da “duyumsayışlara” gark eder… Ses üzerinde düşünmeye başladığımda, yaşadığım ve/ya yaşayamadığım süreç ile sesi “duyduğumda” yaşadığım, sesin bendeki “içsel yankısı” olan, “duyumsayış süreçlerim” arasında yapısal farklılıklar vardır. Ses üzerinde “düşünmeye” başladığımda, “hatt_ı zatında”, ben denilen yapı, “yaşamsal süreciyle” devreden çıkmıştır, “akıl olanakları” devreye girmiştir ve akıl olanaklarım bana “yüklenen, giydirilen” bir tür “şablonlayıcı” anlama sunağı veya da “teneşir tahtasıdır”. Ses denilen “üzerinde” düşünme, "ses ile" empati kuramaz veya sesi düşünmeye başladığımda, onu teneşir tahtasına yatırmışımdır zaten… Akıl/anlak olanaklarım ses “üzerine” düşünür ve birtakım “çıkarsamalara” ulaşır, “alinin sesi veya tiz bir ses veya motorun sesi veya… Oktavda bir ses veya kulağıma şu kadar basınç uyguladı veya…” Dikkat edilirse, tüm bunlar “ses teknolojisiyle” ilgilidir…
Ses üzerine düşünmeyip de, sesin bana birtakım “çağrışımsal içerikler” yaşatmasıyla birlikte, “duyumsayışsal” süreçlere geçmiş olurum. Bu duyumsayış süreçleri ile birlikte, ses beni “ürperte_bilir” veya “büyüleye_bilir” veya ilgili dürtüsel süreçleri harekete geçirebilir. İşte bunlar “söz konusu” olduğunda, “özne olanaklarım” dolayısıyla “öz_neliğim” devreye girmiştir. Bu içsel duyumsayışlara konu olan ilgili kavramlar, “güzel, hoş, yüce” v.s türdendir. (bir farkla ki, bazen “güzel kavramı”, “yaşanmışlığa değil”, yine “düşünülmüşlüğe” karşılık olarak kullanılabilmektedir. Örneğin, bir “dindarın” kulağına gelen bir “ezan” veya “ilahi” sesi ise ve “bunun_için” bunlara “güzel diyorsa”, bu içsel duyumsayışın ürünü olan “güzele” değil, “düşünceye” karşılık gelen, bir yargı içeriğidir. Bir farkla ki, bir “ilahi de” “güzel olabilir veya ezanı okuyanın sesi de güzel olabilir, ayrım noktası, “inancına denk=düşmesi” sonucunda bu yargı durumuna ulaşıp ulaşmaması)
3- Değişik “yollardan”, değişik biçim ve içeriklerde bize yönelen ve yönelecek olan “her türden mesajı/iletiyi”, aklımıza gelebilecek her türden “olanaklarımızla” alıp, “değerlendirmeye tabi tuttuktan” sonra, “anladım” sonucuna ulaştığımızda, bu anlama işlemimiz, haberin “lafzına” mı yoksa “nefsine mi” yöneliktir? İletinin “yollanış düzlemine” veya biçim ve içeriğine göre, bazen iletilerin “lafzını”, bazen de “nefsini mi” anlarız, yoksa duruma, koşula göre değişmeden, sadece “lâfzî” veya sadece “nefsi” olarak mı anlarız?
Hiçbir ileti, hiçbir zaman "nefsiyle" anlaşılamaz, çünkü hiçbir ileti/haber zaten "nefsi_olanı" yakalayamaz. Anlatı, ileti, haberin "kendisi denilen", lâfzî düzlemde kaldığına göre, anlama edimi de lâfzî düzlemde kalır... (M.K. Kahraman bir şarkılarında “Kelimeler, gerçeğin beceriksiz avcıları”, diyor,)
Kısacası, her anlama edimi, ikili düzlemde çalışan bir “çeviri işlemidir”. Anlamaya konu olacak, “anlaşılır olma potansiyelini taşıyan” ve bu özelliği nedeniyle, ileti haber nitelikleri kazanabilen uyarıcının kendisi, bir şeyi başka bir şeye çeviri iken, anlama denilen düzlemde, ileti haber, ilgili anlayıcı tarafından ikinci kez bir çeviri işlemine tabi tutulmak zorunda kalır.
Peki, “anlayamamak, anlaşılır olmamak” ne anlama gelir? (Dikkat edilirse, anlayamamak işlemini, pozitifleme olduğu düşünülen “anlam-denilene” refere ederek “orada” anlamlı hale getirip anlamaya çalışıyoruz) Teknik anlamda aldığımızda, anlayamama durumunun uç olası kaynak nedeni vardır, ya “anlayıcının”, ya “iletinin” ya da “ileti kanalının” durumu ile ilgilidir. Anlayamamak, ya bunlardan biri ile ya tümü ile ya da bu üçlünün “kombinasyonları” ile ilgilidir. Anlayıcı, haberi kendi anlama kodlarına uygun hale getirememiş, yani uygun “çeviri yapamamış” veya belleğinde uyarana ilişkin çeviri olanaklarını sağlayacak donanım yok ise, bu durumda ileti onun için anlaşılmaz olacaktır. İleti denilen, iletmek istediği haberi, yeterince açık seçik, anlaşılır kılmamış ise, eş deyişle anlayıcıya çeviri olanağı sunamaz nitelikte ise, anlaşılır olmayacaktır. İleti kanalı, iletiyi deforme etmişse veya kendisinden kaynaklı nedenlerle iletinin çeviri olanaklarını ortadan kaldırmış ise, yine anlaşılır olmama durumu ortaya çıkacaktır. (Yanlış anlama denilen durumu, anlayamama değil, anlama durumunun içine sokuyorum, çünkü yanlış da olsa orada bir “anlama” vardır)
Görüldüğü gibi, her türden “anlayamama” durumu, sürecin ilgili bileşenleri ile ilgilidir. Sürecin dışında ve üstünde, saltık bir “anlayamama durumu” yoktur ve olanaksızlıktır. Ortada “ileti/haber” denilen bir şey var ise, bu noktadan sonra, saltık bir “anlayamazlık” olanaksızlıktır. Salt bir “anlamsızlığın olmaması” gibi, salt bir anlayamamazlık da olanaksızlıktır. Anlaşılmazlık, anlaşılır olmama durumu, saltık-olana gönderme yapmaz, bu anlamdaki anlayamamazlık, soyut bir kategorilendirme biçimidir ve sadece sözde-durumdur.
Çünkü bir “iletiyi” bu niteliğine kavuşturan, bağlayan, “anlaşılır olma potansiyelidir” ve eğer iletinin bu potansiyeli açığa çıkmıyorsa, çıkamıyorsa, çıkarılamıyorsa, bu ilgili süreçlerin bileşenlerinin sorunudur.
4-İLETİŞİM/İLETİŞİMSİZLİK, ANLAŞMA/ANLAŞAMAMA DURUMLARI
Bu süreçler, “anlama/anlayamama” durumlarının bağıl ve zorunlu sonuçlarıdır. İleti, olası muhataplarına ulaşmış ve “anlaşılır kılınmış ise, ileti ile iletilen arasında bir iletişim olanağının yolu açılmış demektir. İleti kaynağı, iletiyi “gönderen ile”, alıcı arasında, en az bir kez de olsa, geri bidirim olanağı ortaya çıkmış ve taraflar iletinin bildirmek istediği üzerinde “olumlama durumunu” yaşayabilmiş ise anlaşma sağlanabilmiş demektir. Anlaşma denilen, iletişim süreçlerinin “karşılıklılık” ilkesinin yerine gelmesi ile ilgilidir. Karşılıklılık durumu olmadan da iletişim kurulabilir. İletişim denilen, anlaşma denilen için öz ve zemin hazırlayıcıdır, iletişim olanağı olmadan, bu süreç başlamadan, anlaşma veya anlaşamama durumunun ortaya çıkması olanaksızlıktır.
Öte yandan, hiçbir iletişim ve anlaşma durumu, saltık ve nihai değildir. Bunlar nisbi/göreceli düzlemlerde işler ve iş görmeye çalışır. Bu neden böyledir? İletişim ve anlaşma durumlarının, saltık ve nihai olmasını engelleyen şey, bunlara konu olan çıkış süreçlerinin, nihai ve saltık yapıda olmamasının ürünüdür. Hiçbir “anlam-denilen şey”, ortaya koymak istediğini “nihai olarak” ortaya koyamaz, aynı biçimde, anlamı “ileti haline getiren” hiçbir form, demek istediğini saltık ve nihai düzlemde “dillendiremez”. Bunlara bağıl olarak da hiçbir anlama-edimi, anladığını nihai olarak tüketemez. İletişim ve anlaşma süreçleri, bu “önceleyicilerine” dayandığına, bunlarla “öncelenmeden” ortaya çıkamayacağına göre, bu durumda, bunların üzerine oturmaya çalışan iletişim ve anlaşma durumları da, saltık ve nihai olamayacaktır.
“SONUÇLANDIRMA ÇABASI”
Peki, sorun nerden kaynaklanmaktadır? Yani bu konudaki sorunların, “sorunsal niteliği” kazanıp, çözümsüzlük içine girmesinin nedeni nedir? Tüm bunlar, insan denilenin, dil denileni kullanım sürecinde, nisbi, göreli olan tekil, “induval” durumlardan yola çıkarak, üst kategorik “kavramsal” soyutlamalar oluşturması, daha sonra da bu soyutlamaların “ne-liğinin” peşine düşmesinin ürünüdür. İnsanın içine düştüğü bu açmaz, sadece bu alanlara ilgili değil, genel olarak, dil-metin denilenle ilişkiye girdiği tüm alanlar için geçerlidir. Adına “anlam-denilen”, nisbi, göreceli durumlar vardır, bunlar birtakım süreçlerin bağlamında vardır ve bu bağlamlardan öte, yalıtık bir halde veya yerde yokturdur. Bu anlam denileni, ilgili “göreceli bağlamlarından” koparıp, “nihai, saltık anlamda” görmek istediğimizde, işte o zaman, “rüyalar alemine” dalmış, spekülasyonun sapkınlaştırıcı, çıkışı olmayan hapsedici labirent dehlizlerine girmiş oluyoruz. O noktadan sonra, “ara ki”, bulasın, anlam, anlamak, iletişim ve anlaşma denilenleri.
Öte yandan, tüm bunlar, “şimdilerde” olup bitmektedir. Bunların ne “geçmişi, ne geleceği”, ne doğuranı/yaradanı” ne de kurgulayanı/düzeni vardır. Tüm bu süreçler, sonuna değin, soysuz/kökensiz ve “piç-durumlardır”, şimdilerde kendi-kendisini yaratmaya çalışırlar. Tüm bunların, “şimdiden bağımsız” olarak geçmişe dayandığı veya geleceği ön-gördüğüne dair “sapkın yaklaşımlar”, metnin, dil denilenin kategorik “düzenlemeler oluşturma” şartlı reflexinin ürünüdür. Veya kendi-kendisini, kendi-olanakları içinde şimdilerde yaratmaya çalışan bu süreçlere, dışsal ve önsel aidiyet ilişkileri kurmaya çalışmak, yine metnin, o “neden-sonuççu”, “aidiyetleştirici sapkınlıklarının ürünüdür.
Tüm bunların nedeni ise, insan denilenin, an be an “olmakta olanı”, tüm olası süreçlerinden yalıtarak, “gerçeklik/hakikat” düzleminde görmek istemesi hastalığının ürünüdür. En eski ve kadim ve yanlış bir sorudur; tüm bu olup-bitenlerin veya bitmeyenlerin “gerisinde”, asli ve “kurucu” unsur olarak ne vardır? İşte bu soru formülasyonu ve bunun cevabını bulma çabası nedeniyledir ki, o gündür bu gündür, insan denilen “iflah olmamaktadır”. Bir tür “bulmaca” çözme veya “pazılı” tamamlama isteği hastalığı. Evet, tümel olarak, gerçeğe hakikate kurulu bir insanlık, pazılı tamamlama, bulmacayı çözme “obsesif_komplesif” hastalığı yaşamaktadır.
Şunu anlamak gerekiyor “artık”, biz insanlar, bize rağmen ve bizim dışımızda “oluşan-oluşturulan”, bize dışsal ve önsel, apriori olan dağıtılmış, karma-karışık edilmiş bir pazılın parçalarını, “asıllarına uygun olarak” yerli-yerine oturtmuyoruz veya bizden önce ve bize rağmen ve bize dışsal önsel, apriori olarak oluşturulmuş olan bir “bulmacayı” çözmeye çalışmıyoruz, karşımızda, dışımızda ne böylesi bir “tamamlanması” gereken “karmaşık/dağıtılmış” yapı var ne de, asılları bizim dışımızda olan “çözülmesi” gereken bir “bulmaca” var.
M.G. Özgeçin(**) “o” müthiş sorusu; peki elimizde ne var? Olanak ve olabilirliklerimizden öte hiçbir şey yok, bunlarımızla ve bunlardan oluşan “kendiliklerimizle” baş-başayız. Sonuna kadar “soysuz”, sonuna kadar “piç”, sonuna kadar “kimsesiz”, sonuna kadar “yetim”… Bize rağmen ve bizden önce ve bize “dışsal-önsel” mutlak bir “tanrısal kurucumuz” veya “kurucu özümüz” yok, ancak ve sadece elimizde, mutlak bir “mutlak olmamaklığımız” var, sonuna değin bir yetimliğimiz.
Büyük babanın, tanrının çocukları olarak var-olmaya kurulu olanlar için, evet onlar için “çıldırtıcı olabilecek” bir durumdur bu, bu denli “yetim/kimsesiz” olmak dayanılabilecek bir durum değil, işte bu yüzden, kim-sesizliğimizden, yetimliğimizden kaçtığımız için “yakalanıyoruz”, tuzaklara düşüyoruz, babalarımızın o “güçlü olduğunu” kurduğumuz kolları arasına kendimizi bırakarak, kimsesizliğimizden, yetimliğimizden ve “kadim-yalnızlığımızdan” kaçıp kurtulmaya çalışıyoruz.
“ANLAM DENİLEN ÜZERİNE KRİTİK ÇABALARI”
(skn fvfmbvlşö,bdoldfşpş;jıem...) - Bunların diğerlerinden ne farkı var sence? - (*03klmk*-"-*90 *12^+%%&?=) bu yazılanlar, parantez içi yazılanlara göre, sana daha anlamlı geldiği için mi diğerlerinden farklı? Bunların sana anlamlı gelmesi, onları "anlayabilmenden mi" kaynaklanıyor?
Peki, bunları anlayabilmen sen doğduktan sonra sana anlatılanlara mı bağlı? Sen sana anlatılanlarla mı anlıyorsun ve anlayabildiklerin bunlarla mı sınırlı? Senin anlata-bilecek bir-şeyin yok mu?
Sen, sana anlatılanlar kadar mısın? Sana anlatılanların tümü belleğinden silinip gitse, senden geriye ne kalır? Yaşadığın hayatı sana anlatılanlara "uygun" olarak mı yaşıyorsun, ayrımların nerede başlıyor, onlar sana mı ait yoksa onlar da mı bir başka anlatı?
Eğer öyleyse bu hayat sana mı ait? İsyan sana niye bu kadar uzak, neyden korkuyorsun ki? Neyin var ki=sana ait olmayan ama senin sandık-ların dışında= neyin var ki kaybetmeyi göze alamıyorsun; yoksa o korkuların da mı sana anlatıldı? Anlayamadıklarına niye bunca "öfke ve hınçla" saldırıyorsun.........................
1- Felsefe denilen "anlam-üzerine" düşünebilme gücünde ve cesaretinde bulunma girişimidir, çıkışı da ve ondan sonra hala devam eden tüm süreci de buna dayanmaktadır. Felsefe ilk kez, "tüm bu anlatıların doğru olduğunu "nereden-biliyoruz" sorgusuyla ve bunun üzerine düşüne-bilmekle başlamıştır... Bu da zaten "örtük-de olsa" anlam-denilen üzerine düşünmektir.
2- Felsefe dışındaki tüm "düşünsel-etkinlikler", (estetik ayrıdır ve onu bir parantez içine alıp bir tarafa ayırmak gerekir), "kabul-edilmiş" belli-anlamları ola-bilen "şeyler-üzerinedir"...
Örneğin, din-denilene göre, bir "kâinat-denilen" ve onun içinde insan/hayatı denilenle birlikte zaten vardır ve bu kâinat zaten her şeyiyle birlikte "tanrı-denilence" yaratılmıştır. Din denilen, bu söylemdeki "anlamı" "sorguya-açmaz", bu onun "temel-aksiyomudur"...
Aynı biçimde, bilim-denilene göre de, kâinat, dünya-insan/hayatı denilen üçlü vardır ve bunlar "belli-yapılardadır" ve bu yapılar, insan denilenin "bilincince" "okuna-bilir niteliktedir...
Kısacası, felsefe dışındaki tüm alanlar, "anlam-sorgulaması" içinde değildir, "sorgulasa bile" bunu "belli ve "kabul-edilmiş" anlamlar "üzerinden" yaparlar...
3- Bu noktada, "sorgulaya-bilme" en güçlü ve "sert-işlevsel" anlamıyla felsefe-denilen" alanda vardır ve felsefi-sorgu "kendi-üzerine de" dönebilir niteliktedir. Felsefenin dışındaki alanlarda sorgulama, "nihai-bir" sorgulama değildir
4- Felsefi bağlamda, "anlam-üzerine" düşünmeden ve bu noktalardaki "soru/nları halletmeden", diğer alanlarda düşünmeye ve sorunları çözmeye çalışmak, oldukça işlevsiz bir tutumdur. Çünkü "şeylerin-anlamı", "anlam-denilenin" "anlamına-bağlıdır"...
5- "Anlamın-anlamı" üzerinde düşünmeyenin ve bu noktada bir "zihinsel-netliğe" ulaşmayanın, "şeylerin-anlamı" üzerinde düşünmesi, sığ-sıradandır sağlıklı değildir ve sonuna kadar "işlevsizdir"...
Kâinat›Dünya › İnsan/hayat › Süjelik statüsü=bilinç-denilen
Yukarıdaki "sıra-düzen" içinde bir bilince sahip olduğu düşünülen/söylenen insan denilen varlığın, bu bilinç-hali, öncelikle, dış-dünya denilen üzerine evriliyor/devriliyor ve "tüm bu olup bitenlerin anlamı nedir şeklinde bir sorgulama da başlamış oluyor.
(Bu noktada gözden kaçırılan unsur şu; aslında bu sorgulama öncesinde "anlam-zemini" hazırlanmıştır, bu anlamlandırma zemini olmadan sorgulamanın ortaya çıkması olanaksızdır ve hatta bu sorgulama, anlam-arayışını başlatan zaten "anlam-denilenin" kendisidir. Bu konularda düşünen insanların şöylesi bir yanılgısı var, "düşünme-denilen" insanda "apriori" hazır, önsel bir durumdur ve işte bu nedenle insan denilen, "ilk-anından" itibaren, "anlam-arayışına" sahiptir ve hep "merak-etmiştir""dayanaksız-ön kabulsüz düşünemeyenler" hep bu "hazır-kolaycılığa kaçmaktadırlar, dolayısıyla da kendi açmaya çalıştıkları "düğümlerin-içinde" düğümleni-verip, kendi-başlarına çoraplar örmektedirler. Anlam-denilenin "aranışı", yine "belli-anlamların" ürünüdür, "anlam-arayışı" "söylemi-getirmemiştir", "söylemin "yanlış-haddini aştırır şekilde okunması" anlam-arayışını getirmiştir. Bu nokta daha sonra deşilecektir)
Not: Parantez dışılar, "betimleyici-anlatım", parantez içiler ise, değerlendirici-yorumlayıcı" anlatım niteliğindedir
“ANLAM VE YAŞAM”
Bilinçli-olduğu söylenen insan-varlığı, bu niteliğiyle, önce dünya denilene, sonra kâinat denilene ve en sonunda da insan denilene yönelerek, tüm-bunlara "dair", "anlam-içerikleri" oluşturmaya çalışmaktadır.
İnsan-denilenin bu "arayış-bağlamında" bulduğu ilk- sistematik, bütüncü denebilecek sonuç, ürün, "dinsel-söylemlerdir. İnsanlık, "anlam-arayışını" ilkin, dinsel düşünüşle doyurmaya çalışmıştır ve bu bağlamda, dünyaya, hayata ve kâinata bir "değer-biçmiştir"...
Daha sonra birileri çıkıp, "bu anlatıların doğru olduğunu nereden biliyoruz" sorusunu sormuştur, işte bu sorunun sorulmaya başlanmasıyla birlikte, "felsefi-bağlamlı" denilen düşünme biçimleri de başlamıştır. Eğer, dinsel anlatıları, herkes "söylendiği gibi" kabul etseydi, o zaman felsefeye ve giderek de bilime gerek kalmazdı...
Felsefe ilk ortaya çıktığı noktada, bilimsel düşünüşü de içermektedir, ilk zamanlarda, her türden, akla, gözleme dayalı açıklama, felsefe" olarak kabul görmekteydi ve her bir filozof aynı zamanda bir bilimciydi, ayrışma daha sonra gerçekleşmiştir...
Bu noktadaki en temel kritik ve zorlayıcı soru/sorun şudur ki bu soru kendi içinde amansız paradoksal içerikleri de barındırmaktadır; İnsan denilen varlık, niye "anlam" arıyor, bu arayış hangi-ihtiyacın ürünüdür veya sahiden de böylesi bir "ihtiyacı" var mıdır insan denilen varlığın?
"Anlama niçin ihtiyaç duyarız" gibi bir "soru-bağlamında" bu konuyu "çözündürmek" olanaksız, çünkü bu sorunun kendisi-zaten "belli-bir anlam" paradigmasının ürünü ve sorunun kaynağında oturmaktadır.
Anlam-ihtiyacını "salt- apriori" bir ön-kabul olarak alamayız, çünkü anlam-denilen, yine anlam-dünyasına göre "ezeli ve ebedi" değildir. "Anlamın-ötesine" geçemeyen, bu "paradigmanın" prangalarınca zihinleri bağlanmış olanlar, bu noktayı es-geçmeyi yeğliyor ve ha bire "anlam-ihtiyacı" üzerinden çözüm üretmeye çalışıyorlar. Böyle yapınca da bir bataklığın içinde debelendikçe daha da batan bir kişinin hali ortaya çıkıyor.
Bi şekilde ortaya çıkan ve farklı sanılan "anlam-dünyaları", şimdiye değin bize hep şunu "belletti", "anlamsız yaşanamaz", yaşam mutlaka " belli-anlamlar" üzerinden olmalı ve anlamların farklı olması da kaçınılmaz ve doğaldır. Öte yandan bu güne değin hep bu farklı-sandığınız anlamlar dünyasının "kör-*dövüşünü" yaşadık, yaşatıldık. Bu farklı sandığınız anlamlar dünyalarımız, bize "öteki-leş-tirmelerden" başka bir-şey sunmadı. Daha sonraki süreçlerde, "demokrasi-söylemini" tutturarak, bu "öteki-leştirme" canavarlığını "diz-ginlemeye" çalıştık çalışıyoruz. "Normal-dediğimiz" demokrasilerimiz bile bize yetmedi, barışmanızı sağlayamadı, "radikalinden-demokrasiler" uydurmaya çalışarak, bu farklı-sandığınız anlamlar dünyasının farklılıklarını "elemine-edip" yumuşatarak barışmaya çalıştık, "demokrasi-dediğimizin" zemininde buluşmaya çalışıyoruz.
Halimiz, kelimelerinizin tam anlamıyla "traji-komik" bir durum. Bu "anlamcı-duruşumuz" "iliklerinize-değin" işlemiş ve bi-türlü sıyrılamıyoruz, sıyrılamadığımız sürece de bir-birimizi yiyip duruyoruz, sonra da "demokrasi-nutukları" atarak, birer barış-havarisi kesiliyoruz.
Anlam-dünyalarınız kadar, kavgalarımız da "oldukça-ucuz", neyin-kavgasını verdiğimizi bile bilmiyoruz, birileri çıkıp bunları söylediğinde de, "küplere biniyoruz", e kavgacıyız ya, "anlamaya-çalışmak" yerine, hazır-nazır hırçınlığınızla bunun da "kavgasını vermeye" başlıyoruz...
Öncelikle şu "sanıdan-kurtulmamız" gerekir. "Anlam arayışı" "anlamı-öncelemez", tam tersine sonradan-ortaya çıkmıştır ve "metin-kaynaklıdır", yaşam-kaynaklı değil. Anlam-arayışını getiren yine "anlam-denilenin" boşluğudur, "bulunduğu-düşünülen" anlamlar, birilerine yetmediği için "anlam-arayışı" sürmektedir, işte bu durumu "yanlış-okuyanlar", ha bire "eksiklik" ve "boşluktan" dem vurmaktadırlar... Oysa eksiklik veya boşluk denilenler, ne insanın ne de varlık denilenlerindir, sadece ve sadece simgeselin/metnin/dilin ürünüdürler...
Bir "manzara-karşısına" kendisini yerleştiren, manzaraya "kendisi" veya bir "paradigma açısından" bakanlar veya da "paralaks-manzara" konumunda duranlar, düz-ters, yamuk veya da yamuğun tersinin düzünden bakanlar, "tüm-bu paradigma" sahipleri, doğal ve kaçınılmaz olarak, "bir-şeyleri" eksik bulurlar, bu noktada "farkına-varamadıkları", tüm-bunların "metin-*ürünü" ve "ürüyüşü" olduğudur (yaşamsalın-bağlamında olan kişiler "tenzih-edilir bu saptamadan)
Söylemeye çalıştıklarımı, "metnimiz denilenin tarihsel-süreci" dediğimizde "test-etmeyi" deneyeceğim.
İlk-anlamlandırma "paradigması" olan dinle-düşündük. Eş deyişle, tarihsel süreç içinde, ilk-sistematik, "bütüncü-anlamlandırma" girişimimiz dinle-yapıldı. Daha sonra, birilerine dinlerin bu "anlamlandırma" çabası yetmedi, zihinlerini doyurmadı ve "felsefi-bağlamdaki" anlam arayışı ortaya çıktı, dinsel-paradigma, kendinden sonraki "anlam-arayışının" biçimselini de belirlemişti, henüz anlam-arayışının kendisi sorgu konusu olamıyordu, "her-şeyin" gerisindeki "hakikat-nedir", "doğru-olan" önermeler, sözceler hangileridir şeklindeki "şartlı-reflekse" dönüşen düşünme biçimi çoğunluğun düşünme süreçlerini belirlemişti ve "artık-düşünme", "retorik-bağlamında/zemininde" değil, "diyalektik zeminde cereyan ediyordu. İşte bu zemin, "yaşamak=anlam" ilişkisini, son-derece "faşizan-bir şekilde" dayattı, söylem/iktidar bütünleşmesi gerçekleşince, farklı-sanılan söylemler için bu noktada her-bir diğer söylem "öteki" haline geldi ve "ötekiler-arası" kavga başladı... Bu kavgaya koşut olarak da "demokrasi-çabaları" arayışları başladı. Ne demokrasiyi bulabildik, ne de kendi-söylemimizin "doğruluğunu" karşınızdakine ikna-edebildik, işte o gündür bu gündür, "kör-*dövüşümüz" devam ediyor, "diyalektik-sarmal ilişkiler" bütünün-de bir yandan ha bire kavga ederken bir yandan da "kavgacı-zeminlerinizi" fark-etmeden, son-derece "iki-yüzlüce" barış aradık ve hala da arıyoruz, oysa bizim derdiniz barışmak falan değil, "bas-bayağı" kavga etmek, işte bu "kavgacı-tutumumuz", iliklerinize-değin" işlemiş ve bu halimizle, "barışı" değil, "demokrasi-dediğiniz" zeminlerde "olsa-olsa" daha az-kavgalı hayatlar kotarabiliriz, o da "maybe"...
"X'in anlamı nedir" sorusunun, "dil-içinde", nihai-olmamak kaydıyla cevaplanabilirliği vardır, bu cevapların her birine "tanım-tümcesi" denir ve her tanım tümcesi, "ortaklaşa-uzlaşımsal olan" zihin içeriklerini ifade eder...
Yukarıdaki X'in yerine "anlamı" koyduğumuzda ve "anlamın-anlamı" nedir diye sorduğumuzda, sadece ve sadece "sorumuzla" baş-başa kalırız. Tek-başına "anlam" bir "soyutlamadır" ve "genel-konsepti" dillendirmeye çalışır, bir "üst-başlıktır", anlamın anlamı olmaz, "şeylerin-göreceli" anlamı ola-bilir...
Anlamın-anlamının kayıp olması, "anlama-dışarıdan" bir "dayanak-bulunamaması (aranıyor ancak bi türlü "var-kılınamıyor, tanrı madde v.s v.s) "şey" ve "olayların da" anlamının "nihai-olarak" ortaya konulamamasına neden olmaktadır.
Eğer kainatın "yaratıcısını" bulabilseydik ve onun "levh-i mahfuzuna" bakma olanağımız olsaydı, işte o zaman, şeylerin sonul-anlamını ortaya koyabilirdik, tanrı arayışı da bu kaygıdan çıkmıştır zaten, şey ve olaylar "bağlamsız-kalmasın", söz-havada kalmasın, bir-yere otursun ve orada "yuvalansın", tözcü-düşünüşün "paradigmal-yapısı" budur, bunun-ötesine geçemeyenler, "kör-ısrar" ve "inadı-içindeler", "anlamlarını-dayatıyorlar", "bu-böyledir", "anlamsız-yaşanmaz", "bağlamsız-yaşanmaz", yaşamı bir "b-ağlama almak zorundasın", değilse-cıs-cıplak ortada kalırsın, "ayıp-günah" tez-örtün, "edep-sizlik" etme, herkesin ortasında "çırıl-çıplak" durma, "mask-elerini" takın bak herkes-maskeli, sonra sana alim-allah "deli-muamelesi" yaparlar...
Ne gam-mirim ne gam, çırıl-çıplak tenimi yalasın "esintiler", meczup-demişler, taşlamışlar, dövmüşler ne gam, "yaşan-anlar" yeter-de artar bana...
Öte yandan her "anlamcı-söylem" "tanrılara-gereksinim" duyar, belli-bir anlamın varsa bunun "tümleyeni de" olmak zorundadır, tanrı olmasa da onun yerine bir-takım "tözcü-dayanaklar" bulmak zorundadır...
İşte tam da bu noktada, her "anlamcı-düşünüş", "tanrısal-yanılsamalar" üretmekten başka işe yaramaz. Anlamlı-her bildirim aynı zamanda doğal ve kaçınılmaz olarak "teleolojiktir". Tüm bu şey ve olay denilenlerin "teleolojisini" kurmak ise hep ve her zaman "objesinden-ayrı" düşmek zorundadır. "öznellik, metin-odaklı düşünüş insan denilen için kaçınılmazlıktır".
Yağmur niçin yağıyor, dünya niçin dönüyor, insan niçin yaşıyor, dünya niçin var, insan niçin var, kâinat niçin var türünden tüm teleolojik-ereksel soru ve sorunlar "anlam-zeminli" sorulardır ve olası tek-cevabı vardır, "ölünün-körü için var", bu sorulara cevap formüle etmeyi bırakın bu soruların kendisi zaten sorunun-kaynağıdır...
Anlam nedir, neye göre nasıl yaşanmalıdır, yaşamın anlamı nedir türünden sorular, olsa-olsa "travma-üretir" ya da "savunma-mekanizmasını" işletir ki onlarda "anksiyete-üretmekten" başka işe yaramaz. Tüm bu soru ve sorunlar "ciddi-anlamıyla" sorun değil, sadece ve sadece "entellektüel-zırvalıklardır"...
Bu, son-derece "iki-yüzlüce" oynanan oyun ne zaman "bıktıracak" bizleri.
"Anlam arayışından" önce ne vardı, kısacası hayat denilenin kendisi, ne yaşamak bir "anlama-indirgenebilir", ne de anlamlandırma denilen "yaşamı-kucaklayabilir".
Anlamlandırma denilen karşısında, anlamlandırılmaya çalışılan hep ve her-zaman, "fazlalıklarıyla" kalacaktır, hele de hayat denilen o gümbür-gümbür akışı, anlam denilenin "çuvalına-sokma" girişimleri, (başarılı olsa da bu girişimin kendisi "anksiyete-travma üretmekten başka işe yarayamayacaktır) başarısızlığa mahkum olacaktır, oluyor da. Suç denilen şey, aslında bu girişime karşı hayatın verdiği bir tepkidir. İlişkileri tek-eşliliğin "cenderesine-almak" isteyen toplumsal, bunun "bedelini" "aldatmalar dediğiyle öder ve aldatmalardan sonra da tarafların canı yanar. Bu noktada, "metin-içi bakan" sorunu "kişilerde-görür, bulur" oysa bu "kişisel-değil, "kültür-denilenin anlamsal-kodlarıyla" yaşamsal-denilen enerji arasındaki bir savaşımdır, onca "caydırıcı-yaptırımlarına" rağmen, "aldatma-denilenin" önüne geçilememiştir, çünkü yaşamsal-denilen, gem-lenemez bir "akış-kan-lıktır"...
Peki, niye yaşam ve doğa denilen üzerine sürekli "çuval-geçirilmeye çalışılmaktadır", Bu konuda psişe-kuramcılarının söyleye-bileceği hiç-bir şey yoktur olamaz-da, söyledikleri, dönüp kendi-kendilerini vuracaktır...
Libidal-enerjinin, kabul-edilir, "meşru-alanlarda" doyumunu sağlama girişimi zaten "anksiyete-denilenin" kaynağıdır, bunu söyleyen-itiraf eden yine Freud'un kendisidir.
Kısacası, "anksiyete-üretim" süreçlerini ele-geçirmeye çalışan hiç-bir psikoloji kuramının bunu sağlıklı olarak yapa-bilmesi mümkün değildir, çünkü bu "kuramcı-yaklaşımların" tümü, "soruna" "belli-bir paradigmal yapı" açısından bakmaktadırlar ve zaten "anksiyeteyi-üreten-de" bu "paradigmal" bakışın kendisidir.
“ANLAM DENİLENE DAİR KİŞİSEL TABANLI ÇÖZÜNDÜRME DENEMESİ-1”
Zihinsel bağlamlı okuma aktivitelerimin çoğunluğunu “semantik” okumalar oluşturdu. Hatırlıyorum, oldukça zorlayıcı bir süreçti benim için, kelimenin tam anlamıyla, bu süreçte “cırmalayıp” durdum… Anlam_bilim denilenin kapısına gelişim, doğrudan ve birden bire olmadı, kaygılarım, yaşadığım zihinsel ve pratik sorunlar için, çeşitli kapıları çaldıktan sonra ve en sonunda, anlam/semantik denilenin kapısına gelip dayandım, diğer tüm zihinsel sorunlarımın, düğüm noktalarının bu kapının arkasında olduğunu fark etmiştim…
İşte şimdi, yıllar sonra, yeniden ve tekrar o kapının önünde duruyorum.
İnsan tekili olarak, her birimiz, bilinen veya bilinmeyen belli veya belli olmayan “anlamlar_dünyası” içine doğuyoruz veya “fırlatılıyoruz”… Çeşitli anlamsal “konseptlerin” çerçeveleri içine yerleştiriliyoruz, dizimleniyoruz, sıralanıyoruz. Doğduğunda, “anlam_ötesi” olan bir varlık diyebileceğimiz insan yavrusu, giderek anlam_berisi içine giriyor, bu sürece “sosyalleşme” deniliyor ve sosyalleştirici süreçlere göre, insan yavrusu, bir “anlam_şemasının” içine yerleştiriliveriyor. Bu süreci, klasik determine, gerekirci, neden sonuçsallık ve onun bağlaşığı olan, bilindik “fail/meful” şablonlarıyla, yine bilindik “aidiyet ilişki biçimleriyle” çözündürmek olası değil, çünkü süreç, bu şablonların kalıplarına uymuyor veya şablonlar sürecin çok faktöriyelli ve hareketli yapısını kendisine indirgemekte zorlanıyor…
Demem o ki, hepimiz “hazır anlam dünyalarının” içinde konumlandırılmış ve hazır bulunmuş olarak ve “oradan” yaşama geçiş yapıyoruz. Sanırım bu saptamayı hiç_kimse yadsıyamaz, bu noktada hem_fikiriz.
Peki, sonra ne oluyor… Süreç nasıl işliyor… Kendimi “divana” yatıracağım… Buyurun, serbest çağrışımlar zincirlerini izleyip “anlamaya” çalışınız, “semptomları”…
Kendimi bulduğumda, aynı zamanda içinde bulunduğum coğrafyanın anlam şemalarının içinde olduğumu da gördüm… (Kenardan konuşma biçimini dile getiren bu saptama, bu tümce kuşkusuz sonradan kuruldu, yani o anlam şemalarının “içindeyken” böylesi bir görü hali yoktu. Demem o ki, sürecimi “sonradan”, sonraki şimdiden, öncesine doğru kuruyorum) Yani, kısacası, Türkiye denilen coğrafyanın içindeki kültürel şablonların anlam şemalarına göre, ben bir “Türk”tüm, T.C. devleti vatandaşıydım, erkektim, Müslüman’dım v.s… Giderek, bana, verilmesinin ötesinde, bunlar üzerinden yaratımlı bir “ben-den” şüphe eder olmaya başladım. (Başlangıçta şüphe, bu denli kapsamlı, kesin değildi, kısmi ve anlam şemasının bir bölümüne dairdi). Özellikle bana rağmen olan “dinsel anlam şeması” ve bunun kimliklendirilmesi noktasında sorun yaşamaya başladım. İlkokul, ortaokul yıllarındaki, Allaha dair “çocuksu” sorguyu bir yana bırakırsak, sanırım lise iki sıralarında, ilk kez, sistematik ve “belli bir” biçimde, bana giydirilen dinsel anlam şemasıyla aramda “kısa devreler” parazitler oluşmaya başladı. (Matrix filminde, Neo’nun ha bire “siyah kedi görme de ja vu” halini yaşaması ve içine bir “şüphe kurdu” düşmesi gibi, kafama bazı “soru_çengelleri” takılı kalmıştı…)
Erken gençlik döneminde yaşadığım bu “anlam” sorunu, oldukça zorlayıcı yıpratıcı ve gel_git şeklindeydi. Bir yandan, dine imana her şeye küfrediyor, diğer yandan, tüm bunları bana şeytan yaptırıyor, şeytanın vesvesesi altındayım deyip, “günah çıkarma” seanslarına başlıyordum…
ARA SAPTAMA:
1.Bu dönemde sorunum henüz “anlam-denilenin” kendisi değildi, “belli bir anlam biçimiyle” boğuşuyordum… Demem o ki, “belli bir anlam düzeneğiyle” boğuşmak ile “anlam denilenin” kendisiyle boğuşmak, farklı düzlemler… Belli bir anlam dizgesiyle boğuşmak fazla da zorlayıcı değil, bi şekilde çözüm üretiliyor, içinde bulunduğunuz anlam şemasına dair olarak bir sorgu/şüphe süreci içine girdiğinizde, ya “anlam pekişmesi olup, o anlam şemasına yeniden ve daha güçlü bi şekilde sarılıyorsunuz, ya giderek dışına çıkıp red/inkâr noktasına geliyorsunuz veya da anlam şemasını “bozuma uğratıp”, kendinizce “re_vizyona”, re_daksiyona tabi tutarak orada kalıyorsunuz…)
2.Bunları şunun için yazdım, genelde anlam sorunsalını bu “düzlemde” alınıyor, “belli anlamlar” bağlamları düzleminde ve anlamı bir anlamdan diğerine geçiş veya anlamın yeniden üretilmesi bağlamında… Oysa şimdilerde benim boğuştuğum “belli anlamlar” dünyası değil de, “anlam-denilenin” kendisi. Belli bir anlamla boğuşmak dediğim gibi pek de zorlayıcı değil, İslam denilenin anlam dünyasını alır, kritiğini yapar, bu kritik bağlamında, ya yanında ya karşısında yer alırsınız ya da, onu kısmen re-vize ederek kendiniz için kabul edilir hale getirirsiniz, aynı işlem Marksizm için de yapılabilinir, Marksist metin ortada, alır okur kritiğini yapar, ya ona teslim olur, ya red noktasına gelir ya da “re-vizyona” tabi tutarsınız ve meselenizi halledersiniz… İşte tüm bunlar “perspektifsel” durumlardır
3.Tam da bu noktada, belli bir perspektifte bulunmak/durmak, anlam sorunsalını çözmüyor, çözündürmüyor, sadece ve sadece, sorunun üstünü örtüyor, hem de tozları, kirleri halıyı kaldırıp altına itip, onları “görünmez kılarak” sorundan kurtulunduğunu sanmak gibi. Ve/ya tam da deve kuşunun başını kuma gömüp kaybolduğunu sanması gibi bir “illüze” durum ortaya çıkıyor…
Kısacası, anlam denilen sorunsalın iki bağlam/düzlemi var, “belli bilinen anlam dünyalarının” birinin perspektifinden anlam sorunsalına yaklaşmak, diğeri de anlam sorununa, belli anlam dünyalarının pers_pektifinden değil de, “anlam_denilenin” kendi sorunsallığından yaklaşmak…
Eğer anlam denilen soruna, "perspektifsel/açılandırma konumlarından bakarsanız ve bu açılardan birine kendinizi hapsedemezseniz, bu noktada ve buna rağmen hala "açı_aramak" durumunda kalırsanız, size düşen sadece "paralaks bakış" geliştirmek olur, Zizek’in Lacan ve Hegel "üzerinden" yapmaya çalıştığı da bu işte...
Belli anlamlar dünyasının “ilişiği olan” anlam sorunları beni ilgilendirmiyor, bu sorunlarımı çoktan hallettim, kendi bireysel zihinsel serüven sürecimde, beni anlam denilende, hala düğümlü bırakan, adına “anlam denilen” olgu olay veya her neyse onların “bütünü” işte…
“ANLAM DENİLENE DAİR KİŞİSEL TABANLI ÇÖZÜNDÜRME DENEMESİ-2”
Bi şekilde içime düşen “şüphe kurdunun” tetiklemesiyle başlayan bireysel diyebileceğim sorgulama sürecim beni, içinde bulunduğum dönemlerde esen “şiddetli sol fırtınanın” oluşturduğu dalganın da etkisiyle, Marksizm doğru sürükledi. Anlam şemam oluşmuştu, dünya görüşüm ve buna balkı olarak şekillenen kılgım/pratiğim uyuşum halindeydi, mutlu ve mesuttum. Her ne kadar, böylesi bir yol, insan denilene, dünya hayatı bazında “sıkıntı” verse de, genel ve tümel anlamda rahattım. Bir “dindar” edasında yaşıyordum, içinde bulunduğum, teorize anlam şeması, bana yapacaklarımı ve yapmayacaklarımı bildiriyordu ve ben akşam yatağıma uzandığımda, yapılması gerekenleri yapmış olmanın huzurunu, dinginlik ve sakinliğini yaşıyordum. Gelecek zamanlara dair “iyimser” inançlarım ve buradan doğan umutlarım vardı. İçinde bulunduğum anlam şeması bana, “inanmışlık” ve buradan doğan umut körüklüyordu ve bu körüklemenin etkisiyle ben, kendimi eylemin içinde buluyordum.
ARA SAPTAMALAR:
Tam da işte bu noktada, anlam denilenden yaşama açıldığımızda, yaşam sorun olmaktan çıkıyor, birey kendisine bir “dünya görüşü”, kendi içinde az_çok tutarlılığı olabilen bir anlamlar şeması yaratamadığı veya onda yaratılamadığı zaman ve durumlarda, “anksiyete” kaçınılmaz hale geliyor ve birey, tümleşik bir anlam şeması bulabildiğinde, anksiyeteden uzak kalıyor…
Fakat tüm bunların da bir bedeli var, hem de ağır bir bedeli, mikro/birey düzleminde baktığınızda durum bu, inanmış, samimi, “müminlik” düzleminde, herhangi bir anlam şemasına bağlı olarak yaşayan birey, nispi de olsa mutlu, mesut ve rahat yaşar. Bu durumda olan bir hristiyanı düşünün, gün boyu çalışır, hafta sonu ibadetini yapar, çocuklarıyla pikniğe/balığa çıkar ve tekrar aynı döngü veya Yahudi veya Müslüman için durum böyledir.
Yaşama dair yapılması ve yapılmaması gerekenler noktasında, hazır reçeteler sunan, kendi içinde göreli de olsa, tümleşik ve tutarlı olan bu “dünya görüşleri”, bireysel bazda yaşamsal rahatlığı, dinginliği getirirken, makro bazda hayatı felce uğratmaktadır. Daha da “ötesinden” bakıldığında, aslında bireylere sunulan/enjekte edilen bu “dünya görüşleri”, insan denilenleri, sistem içi beşikte “belemek” ve uyutmak içindir, bak ne güzel, dünya güzel, yaşamak güzel, çalış sen, yazgına boyun eğ, hafta sonları veya içi “ibadetini” yap, dinlen, hafta içi tekrar üreteceksin çünkü… Bu “kısmi” ve “nispi” rahatlık, iktidarın yeniden üretiminin ve süredurumunu sağlanabilmesinin temel enstrümanıdır ve bu “dünya görüşleri” üzerinden yapılır. Tüm bu dünya görüşleri, anlam şemaları, Her ne kadar, zımni ve görüngü düzleminde, bireyleri “anksiyeteden” uzak tutuyor_muş gibi görünse de, uzun erimler ve total ve makro açılardan “geriye dönüşlü” olarak bakıldığında, hayata ve insana anksiyeteyi kusanların, bu yapılar olduğu görülecektir.
Bu nokta, mono_grafik düzlemde incelenmesi gereken çok ayrı ve “spesifik”, bir konu olmasına karşın, kısaca şunu demeye çalışıyorum, bireye belli reçeteler üzerinden iç-tutarlılık, tümleşiklik sağlayıp, anksiyeteden uzaklaştırıyor gibi duran, görünen “anlam_şemaları” aslında, tam da o bulundukları noktada “iktidar beslemeciliği” yapan temel unsurlardır. Bu bağlamlı şu vurguyu da yapmam gerekiyor şimdilik, en kötüsü de ve “ne yazık ki”, bu süreçte, iktidara karşı direniş biçimleri de, iktidar için ve onun yeniden üretimi için, sistem içre “absorde” edilebilmesidir. Karşı direniş süreçlerinin en büyük handikap noktası da işte budur, düşünsenize, siz yıkmak için uğraşırken, tam da aslında o bulunduğunuz noktada “paradoksal olarak”, sökülmemek istediğiniz yapının dikimlenmesi işlevine hizmet ediyorsunuz. Peki, ne ve nasıl olmuştur da, bu “direniş araçları, biçimleri” bile, iktidar yapılarına eklemlenebilmiş ve onların süredurumuna hizmet eder hale gelmiştir? İşte bu durum, tam da anlam şemaları üzerinden yapılmıştır, belli bir anlam şeması, bir diğer anlam şemasını, sökülmeyebilecek, yıkabilecek yeterlilikte, güçte değildir. Yahudilik firavunluğu yıkamamış, firavunluk devam ediyor. Yahudiliğin firavunluğu yıkmasını bırakın, Yahudi firavunların türemesine neden olmuştur, hristiyanlık Yahudi firavunluğu sökümleyememiş, bırakın onu sökümlemeyi, Hıristiyan firavunların doğuşunu getirmiştir. İslamiyet putperestliği, cahiliye dönemini sökememiş, bırakın onu sökümlemeyi, Müslüman cahiliyeti ve putperestliği başlatmıştır, Marksizm kapitalizmi sökümleyememiş, kendi takozlarına takılmış ve takozlarını hayatın içinde bırakmış v.s
Uzattığım sözü, şuraya bağlamaya çalıyorum. Kendi bulunduğum noktay_ı nazardan baktığımda, (bu noktayı nazarın bir “perspektif olmadığını, daha çok bir “tutumu/duruşu” ifade ettiğini vurgulamalıyım), “asıl baştan çıkarıcı” olarak, anlam şemalarını, dünya görüşlerinin kendisini görüyorum. Tüm dünya görüşleri bir tür “camera obscorde” (ters gösteren –Marx) halidir… (Dünya görüşü haline getirilen Marksizmsin kendisi için de bu geçerlidir) Bu anlamda da, yaşamı kendi “başından” alır, çıkarır ve yaşam kendi “paradigmal başlığını” giydirir.
Bana göre baştan çıkarmanın “pozitif” vuku buluşu, gerçekleşmesi ise, anlam şemalarına, dünya görüşlerine karşı “direnmek” ve bunu yeni bir “anlam şemasına dayanmadan yapabilmek”. Bu nokta çok önemli, çünkü bu durumda, kapıdan kovamaya çalıştığınızı, bacadan ve hem de daha kurumsallaşmış, yerleşik hale gelmiş olarak tekrar içeri almış oluyorsunuz. Yukarıda açıkladığım, kovulmaya çalışılan, “firavunların, cahiliye dönemlerinin, put_perestliklerin”, tekrar bacadan içeri girişi düşünülürse, bu saptamanın “işlev_göstereni de” açığa çıkmış olacaktır. Anlam sökümlemesi yaparken, anlam şemaları denilenleri bozunum sürecine sokup, “merkezlerini dağıtmaya” çalışırken, bunu başka bir anlama dayanmadan yapmaya çalışmamın (ki bu oldukça zorlayıcı bir süreç, çünkü “anlam denilen” insanda bi tür “şartlı reflekse dönüşmüş ve şartlı reflexlerin sönümü sahiden zordur) bulunduğum nokta açısından gerekçesi budur.
“ANLAM DENİLENE DAİR KİŞİSEL TABANLI ÇÖZÜNDÜRME DENEMESİ-3”
80’li yıllar, Polonya’da leh Walesa’nın “Lenin tersanesinden” başlattığı dayanışma sendikasının hareketi, yeniden “kafamın kurcalanması” sürecini başlattı. Gerçi karşı argümanlar hazırdı, “cia” ve papazlar destekli anti sosyalist, karşı devrimci bir hareketti. Bu savunular bana yeterli gelmedi, dayanışma harekâtı giderek büyüdü ve hatta leh Walesa C.başkanı bile oldu ve sosyalist yönetimden “önceki” sürgündeki Polonya hükümetinden görevi devraldı. Sosyalist, proletarya diktasının, emekçiler lehine olan iktidarına karşı emekçiler nasıl ayaklanırdı, cia papaz destekli olsalar bile, eğer sahiden de iktidarda emekçiler veya onların temsilcileri varsa, bu karşı devrimci hareketin başarılı olmaması, emekçi kitlelerin bu karı devrimci harekete karşı sistemi savunmaları gerekiyordu, böyle olmadı, kitleler dayanışmanın arkasında yer aldı ve sosyalist iktidar Polonya’da yıkıldı.
İşte bu olay, anlam şemalarım açısından, ikinci kez “kısa devre” durumunu ortaya çıkardı. Anlam dizgelerim şemalarım arasındaki Kısa devrenin getirdiği gerilimden ve huzursuzluktan kurtulmak için bir “re_daksiyon” yapmam gerekiyordu. Marksist dünya görüşünün anlam şemalarına doğru giderken yaşadığım zihinsel süreci yeni baştan ve tekrar yaşamaya başladım, okuduğum temel yapıtları, tekrar okumaya karar verdim. Felsefenin temel ve başlangıç ilkeleri, devlet ve devrim, ekonomi politik, ne yapmalı v.s. kafadaki anlam şemam darbe alınca pratiğim de vurgun yedi, inançlarım ve onlar kaynaklı umutlarım “askıya alınmıştı” ve gündeliği hangi bağlamda nasıl yaşayacağımı bilememenin gerginliğini yaşıyordum. Öncesinde, her şey net ve ayan beyandı. Kurgum vardı ve kurgunun getirisi kılgım. Şimdi kurgunun “bütünselliği” darbe almıştı…
Marksist anlam şemasıyla boğuşmam işte bu sürece dayalı. Sonraki “post_modern” zamanların getirdiği, büyük biraderin, sosyalizmin abisinin çözülmesinden sonraki çözülme sürecinden öncesine denk düşüyor. Gorbaçov, 85 li yıllarda KP genel sekreterliğine geldi ve dünyanın yazgısını etkileyecek, SSCB’ nin dağılması sürecini başlatan, perestroyka/yeniden yapılanma ve glasnost/açıklık politikalarını deklere etti ve buradan itibaren de giderek sistem çözüldü, onun yerini hilkat garibesi, serkeş/berduş Putin aldı ve giderek o koskoca sosyalist sistem, Rus mafyasının eline geçti. Demem o ki, benim Marksizm karşı “hesaplaşma” sürecimin, SSCB özelinde reel sosyalizmin çözülme ve bu çözülme sürecinin getirdiği savrulmayla ilgisi yok…
Başa dönmem gerekirse, zihnimde oluşan kısa devre beni içinde bulunduğum anlam şemasını tekrar gözden geçirmeye zorladı. Dediğim gibi okuduğum kitapları, tekrar okumaya başladım ve bu, daha fazla “bireysel veya öznel” diyebileceğim ikinci kırılma sürecimde fark ettiğim nokta şu oldu: İdeolojik nosyondan “önce”, halletmem gereken asıl sorun “felsefi sorunlardı”. Çünkü “politik argümanlar” da felsefe ile dolayımlanmıştır.. Marksı anlamam için, Hegel’i anlamış olmam gerekiyordu örneğin, oysa ben Hegel’i “Marksizm üzerinden” okuyup anlamıştım. Marksizm’deki Hegel=Hegel degildi ve Hegel okumaya başladım, onu anlamak için diğerleri ve “felsefenin kapısını” çalışım işte bu şekilde oldu. Önce “geleneksel olarak” dolayımlanmıştım, geleneksel olan yetmedi, sonra ekonomi/politik bağlamda dolayımlandım, bu da yetmedi ve en son dayandığım, aralamaya çalıştığım kapı, “felsefenin kapısı” oldu.
NİHİLİST AÇIDAN ANLAMA ÇABASININ AÇIKLANMASI DENEMESİ
Nihilizm denilen dışında “anlama”, belli bir sujelik konumunun objesine yönelip, onda kendisini açımlaması anlamına gelir. Bu noktada, nihilizm dışında kalan anlama edimleri açısından üç açılım biçimi var, rasyonalizm, deneyimselcilik ve “entuisyon/sezgicilik” denilen anlayışlar. Sezgici (Bergson, Dilthey v.b) anlayış nihilizme yakın gibi dursa da, bazı yönleriyle ondan kopmaktadır. Anlama edimi konusunda, ilkleyen, idealizmin rasyonalizm anlayışıdır ve onlara göre anlama, “akla dayalı” bir “anlaksal/bilinç” işlemidir, bu anlama anlayışına karşı, ampirist/deneyci ve dirimselci/yaşam atılımcı “vitalist” felsefi kanatlardan güçlü saldırı ve eleştiriler ortaya çıkmıştır. Ampirist/materyalist anlayış, akıl denilenin, evrensel önsel ve “saltık” bir “kurucu değil de”, bir tür "kurulan yapı" olduğunu “göstererek” rasyonalizme bir darbe indirmiştir. Sezgici anlayış ise, daha ayrıntıda ve “kristalize” durumlarda, aklı ve akılcılığı yerle bir ederek, Hermeneutik’çilere yol açıcılık yapmışlardır. Onlara göre akıl denilen, dondurur, dur-durur ve kategorize işlemleri yapar ve tüm bunları yaparken de “objesinin” yaşamsallığını, bütünlüğünü, kısacası “ruhunu_öldürür”. İnsan ve hayat denilen, akılla “dışardan” anlaşılamaz, bir insanı veya hayatı aklınızla değil, ancak “sezgilerinizle” içerden anlayabilirsiniz.
Nihilizm ise, daha da “ileri_giderek”, her türden anlama işleminin, düzlemi ve kullandığı aracı her ne olursa olsun, bir tür “konstrüksiyon” olduğunu ve tersinir bir amacı/işlevi öne sürdüğünü iddia eder… Anlamanın “amacı/işlevi” anlamak olmak iken, anlama denilen edim, tersi bir sonuç verir ve “anlamama ile” noktalanır. Anladım dediğimizde aslında, “anladığımızı öldürmüş” oluruz ve her anladım deyiş, aslında “anlaşılacak olanı” örttüm kapattım anlamın gelir…
Peki, bu niye böyle? Yani biz insanlar, “anlamak isterken” ne ve nasıl oluyor da, anlama edimimizle “anlamıyor hale” geliyoruz, edimimiz niye bize “kendisini değil de” karşıtını veriyor?
Ne ve nasıl oluyor da, “anlamaya çalışırken” bu edimimiz bize tersinir bir sonuç veriyor ve aradığımız şey, aynı zamanda aradığımızı bize kaybettire_biliyor?
Tüm teorik tartışmaların “ötesinden” alıp, “ola_bildigi” kadarıyla en yalın, basit noktalardan hareketle çözündürmeye çalışacağım… Psişe bilimi açısından süreç şu şekilde işliyor, uyarıcı-Duyum-[Zihinsel aktiviteler]Algı/İdrak… Basit, yalın anlamıyla söylemek gerekirse, başlangıçta bize bi şekilde yönelen ve onu yine bi şekilde fark edebildiğimiz bir “bilinmeyen/anlaşılamayan” uyarıcı durumu var. Biz “özne/alan algılayan” konumunda olan varlıklar olarak, bize gelen bu “bilinemez” olan uyarıcıyı alıp, zihinsel süreçlerimizde “evirip_çevirerek”, bir takım “işlemlere” tabii tutuyoruz ve sonra da diyoruz ki, “ahadana da bu “şu-dur” işte… Bilinen düzgülü anlamlar dünyası açısından baktığımızda, bu sürecin tümüne birden “anlama_işlemleri” diyoruz… Şimdi bilinen düz_gülü anlam dünyalarını bi yana bıraktığımızda, ne yapmış olduk, sahiden de “anladık mı”, yoksa uyarıcıyı “kurban edip” onu “öldürdük mü? İşte “kritik olan soru ve sorun noktası burası..
Tekrar başa dönersek, insan denilen varlık, kendisine yönelen uyarıcıları anlar mı anlamaz mı? Uyarıcıları “anlamak” mümkündür diyenler kendi içinde iki temel kola ve onların alt türevleri olan dallara ayrılırlar. Anlama edimi, “salt/mutlaktır” diyen, klasik “Ortodoks”, nesnelci pozitivist yaklaşım ve “yaklaşık anlamacı, kritikçi veya hermeneutikçi yaklaşım. Klasik, nesnelci pozitivist ortadoks “anlamacı” yaklaşıma göre, uyarıcıya dair olarak “anladığım şey”, ona “bire_bir denk” düşen, “kendinde halidir”. Bu “tekabülüyetçi anlam” anlayışına dayanır, anladığım şey, “eşyanın tabiatıdır” ve benden ayrı ve gayrı, “kendinde şeye” dair olan bir veridir. Çok zamandır, özellikle “rölativite kuramının” kabul görüp kurumsallaşmasından beri, giderek de “kuantum fiziğinin etkisiyle, bu “anlama anlayışı” terk edildi, bunun yerine “yorumsamacı anlayış” almaya başladı. Kantçı açıdan aldığımızda, biz “anlağımızın formlarını”, varlığa ve şeyler/olaylar dünyasına “dikte ediyoruz”.
Yine tekrar başa dönecek olursak, “anlıyor muyuz” yoksa söylendiği süreçlerle aslında anlamaktan mı vazgeçiyoruz veya anlama ereğimizi edimimizle örtüyor muyuz? İşte hesaplaşılması gereken “kritik nokta burasıdır”.
Anlama denileni “anlamak” için, anlama denilenin en temel birimlerine, elementar yapıların inmek ve oradan hareketle anlama sürecini takip etmek gerekiyor.
Yeşilçam filmlerinde işlenen, klişeye dönüşmüş bir tema vardır, filmin esas oğlanı veya kızı bir kaza sonucu hafızasını kaybeder ve başlar sormaya, “ben kimim, sen kimsin, biz neredeyiz”. Anlama edimseli ile hafıza arasında birebir bir “örtüşme” var, anlama edimini mümkün kılan hafızadır, hafızanın silinmesi durumunda, anlama “işlemi olanaksız” hale gelir. Uyarıcılara bir “anlam yükleme” (doğru veya yanlış sorunsalı ayrı) işlemine bir şeyi “anlamak”, yükleyememe onun karşısında “çaresiz kalma” işlemine “anlayamamak” diyorsak eğer ve başka da bir kriter bulamıyorsak, anlama denilen olanağı sağlayan hafızadır.
Hafıza kayıpları üç şekilde yaşanır, geriye, ileriye ve çift yönlü olarak. Geriye doğru yaşandığında, kişi “geçmiş denilenini” kaybeder. (Dolayısıyla geçmiş zaman veya geçmiş olan, sadece “hafızada vardır) Yaşadığı ve belleğine kaydettiği her şeyi, ya geçici/kısmi olarak ya da sürekli ve tamamen, “travmaya konu olan” olay anından itibaren kaybeder. Artık onun bir “geçmişi/anıları” yoktur. İleriye doğru olan hafıza kaybında kişinin “kayıt mekanizması” hasara uğramıştır, yaşar ve fakat yaşadığını kaydedip de “hatırlayamaz”, “50 ilk öpücük” durumunda olduğu gibi. Hem ileriye hem geriye doğru olan hafıza kayıplarında ise, kişi, hem geçmişini, hem şimdisini, hem de geleceğini kaybeder, anda ve anında ve sadece “yaşar”. (buradan şu sonuç da çıkıyor, zaman kipleri aslında hafıza denilenin bir fonksiyon halidir, hafızası olmayan için, geçmiş, şimdi ve gelecek kipleri yoktur, bunu “kısmen yaşamış biri olarak”, yaşamamış olanların “anlaması/deney imlemesi” oldukça zor olacaktır, farkındayım… Yani çoğu zaman, “konjonktürel olan” yaşadıklarımız, sürekli yaşandığı ve giderek bi tür “şartlı reflekse dönüştüğü” için, yaşayana göre salt ve mutlakmış gibi gelir, oysa değil, geçmiş, şimdi ve gelecek bizden bağımsızdır, hayır değildir oysa… Neyse, bu ayrı bir konu…
Kısacası, hafıza merkezi, alanı veya birimi olmayan birisi için, bir şeyleri “anlamak” olanaksız hale gelir. Anlama edimi hafızadan geçer. Hafıza zeminine dayanarak, onun olanaklarını kullanarak, başlangıçta bizim için “anlamsız/anlaşılır olmayan” bir “uyaran” durumunu, birtakım işlemlerden sonra, “anlamlı/anlaşılır” olana çevirir, bu biçim ve içeriklerde de “anlamış oluruz”. Tam da bu noktada tekrar sormak gerekiyor, “anlamış mı oluruz” yoksa uyaranı “öldürmüş mü” oluruz?
Belleksel işlemlere dayanan anlama edimi, “anlamadan bir kaçış” noktası mı, bir tür “örtüleme/saklama gizleme”, “kaybettiriş çabası mı” yoksa sahiden de “uyarana” dair, ona “ulaşan/ulaşa_bilen” bir çaba mı? Sözce de ilginç, “ulaşmak”, ona “ulanıyor olmak”…
Pavlov, “davranış süreçlerinin” gerisinde yatan faktörleri açıklamak için yaptığı şu meşhur it deneyi sırasında, onu asiste edenlerin, “hocam zil sesinden sonra köpekte et beklentisi oluştu" şeklindeki saptamalarına şiddetle karşı çıkar ve bu türden terimleri kullanmayınız diyerek, bu deneyci hatası olur şeklinde bir tutum sergiler…
Simgesel ağın “ötesinde” ve “dışında” (ki aslında bu “öteleme” ve “dışta lama da bu “yapıların ürünüdür”) ne var_dır acaba?!!! Gülesim geldi nedense şu anda… Bi zamanlar denilen o “dönemlerde”, simgesel ağın “ötesi/dışı” denilen alandaydık ve “orda” nasıldık, ne yapıyorduk? Bu alanlara dair olarak ne dersek diyelim, yukarıdaki Pavlovcu “tersleme” ile karşı karşıya geliriz. Simgesel dünyanın “göstergelerinin” çocukları olarak bizler, “imgesel dönem” öncesi dediğimiz “bebişlik hallerini de”, “gözlemci konumundan” hareketle, o “dilsizlik-dönemlerini” “dillendirmeye” çalışıyoruz, ne yazık ki, “göstergelerin” çocukları olarak bizler, “bunlarsız” yapıp/edemeyeceğimizi, yaşayamayacağımızı düşünüyoruz. Örneğin diyoruz ki, “bebişler” çok “meraklıdır”, her şeye ilgi duyar, Pavlov oradan bağırır, heeyt, haddini aşma, kapa çeneni…(Fiziksel değil, "anlamsal" olarak... :) Kapatamayız çenemizi, bi kere açılmış, konuşmadan duramayız artık ve konuştuklarımıza göre yaşamadan edemeyiz, edersek alim-allah “deliririz” vallahi… Delirmemek adına, akıllıca/usluca konuştuklarımıza, laflarımıza göre yaşamalıyız…
Sahi bebişler ne yaşarlar, ne ederler. Sahiden de meraklı mıdır onlar, anlamak mı isterler, “konuşmak, dillenmek” dile getirmek mi isterler?
Simgesel alanın göstergeler dünyası, bu süreci şöyle anlatır, agulama döneminden sonra çocuk, çeşitli biyolojik olgunlaşma hazır bulunmuşluk hallerinden sonra, çevresinde duyduğu “basit” sesleri “taklit etmeye” başlar, giderek daha karmaşık olanları, bir papağandan farkı yoktur başlangıçta, ses taklitçisi durumundadır. (Gerçi papağanlık “baki” kalır hep, tek farkla, “ilişkilendirici” papağandır artık (Sonraki dönemde “kritik” nokta devreye girer, bebişe şu “öğretilmeye” başlanır, “diğer öğretilenmiş” olanlarca, baaak bu “burun”, bu “kulak”, bu “pipi” (töbe töbee) -kadın organı nasıl öğretilir onu bilmiyorum-, bu “kitap”, bu “soba” v.s. Bebişligin “kırılma noktasıdır” burası, "gösterge/gösterilen", "isim_cisim" ilişkisinin kurulması. Her şeyin bir “adı vardır” ve “olmalıdır”, daha sonra bebiş, sürekli “dokto bu nee” diye soru sormaya başlar, bebiş büyük bir “açlıkla”, adını bilmediği her şeyin adını öğrenir, bir yetişkinin ana dili dışında bir başka dili öğrenmesi gibi “öğrenir” dili ve giderek dillenir… Süreç dehşetengiz bir biçimde işler, önce en yalın, “isim_cisim” ilişkilerinden başlanır, “babasının” “baba olduğunu” öğrenir, annesinin “anne olduğunu”, sonra daha “karmaşık” bağıntılara geçiş yapılır, hani somut işlemden soyut işlemlere doğru, dilde giderek ustalaşır, uzun tümceler kurmaya başlar, karşılaştırmalar, faktöriyel analizleri, çoğalan fonksiyonlar, derin bilimsel/felsefi bilgiler v.s…
Tekrar en yalın döneme dönelim… (ne güzel olurdu… ) İsim/cisim ilişkisi çocuğun “hafızasına” işlenir, hafıza denilen artık bir “en-formasyon” çöplüğüdür, tüm adlar, bağıntı kurma biçimleri ve giderek bunların “algoritması”, beleklere kazınır. Soru kalıbını ve sormayı “öğrenir” örneğin, sonra da “soru sormak, sorgulamak” insanın “fıtratında vardır, bu verili bir durumdur” demeyi… (İlk adları takanlar, adlandırma sürecinin gelinen noktasını görseydi ne derdi acaba gibi bi soru oluştu kafamda şu anda örneğin… )
Tekrar gelelim “anlamaya”, “anladım dediğimizde” kast-ettiğimiz şey nedir? Gösterge/gösterilen ilişkisini kurdum… Bu gördüğümün (yazı veya söz veya görüntü olarak) “tavşan_olduğunu” anladım.. Tavşanı “anladım mı”, tavşan denilenin “neyini anladım”? Oysa bebişler ne kadar da "çılgınca" (onu "anlamasalar" bile) onunla oynarlar, ne kadar yakın ve sıcak duruyor ikisi demii, "bebiş ve tavşan"... :)
Sanırım kısaca demeye çalıştığım şey şu, biz adına insan denilenlerin “anladım, anlıyorum” dediklerimiz, metinden/simgeselden, göstergeden nesneye doğru değil de, “göstergeden bir başka” göstergeye doğru giden bir süreçte işliyor” ve bu anlamda “anlamak denilen” işlem, kendi açmazında tıkanıp kalmak zorunda kalan, “total” ve “totolojik” bir yapıdır. Anladım dediğimiz şey, “aslında” “uzlaşımsal anlamların” tekrarından ve yeniden üretiminden başka bir şey değildir.
Tanrıyı anladım, seviyi anladım, Marksizm’i anladım, filmi anladım, “seni anladım”… Bu noktalarda, “anlamaya” konu ettiğimiz “objeleri” değil, onlar üzerine üretilmiş ve üretilmekte ve dolaşımda olan uzlaşımsal anlamları anlıyoruz. Bu süreç çağımızda “tavan yapmış” durumda ve çağlar sonrasının hareketleri “dile/göstergelere” karşı “meydan okumakla” geçecek, ya da bu direniş noktaları bulunamayıp bu gösterenler dünyası bizim ve hayat denilenin işini bitirecek… Giderek düzeyi daha da artan biçimde, göstergeler imparatorluğu dis_topyasını ve bunun getirisi olan “travmaları” yaşıyoruz, henüz “bıçak kemiğe” dayanmadı, şimdilik “göstergeler imparatorluğunun” oyuncakları bizleri oyalıyor…
“ANLAYIŞ DENİLEN ÜZERİNE”
1-İnsan denileni dünyadan alırsanız, geriye kalan "doğa-denilen" alanın kendisinde "anlayış" veya "anlayışsızlık" diye bir şey yoktur. O alanda her-şey "olduğu-oluştuğu" gibi ve kadar vardır. Ne bir eksik ne de bir fazla...
2-Hayvan denilen insana en yakın canlı türü, koklaşa-koklaşa da olsa, "anlaşa-biliyor" bu "anlaşma-biçimi" insan-soylu denilenlerin "anlaşma-biçim içerik ve tanımlamasının "ötesinde-duran" bir durum, onlar sadece "y-aşıyor"...
3-İnsan-soylu denilen varlık, anlaşmak için dil-denileni ortaya çıkarmış, ancak giderek bu ortaya "çıkan/çıkarılan" (ki bu sorunun "kökenini halletmek olanaksızdır, çünkü dil-den başka "referansınız" yoktur, dilin-kökenini de yine dil-denilenle" aramak zorundasınızdır) çeşitli "zafiyetler-nedeniyle" "iletişim-den ilenin" en büyük "tıkayıcısı-olmuştur"...
4-Bu noktada sorun, dil-denilenin "yapısal-özelliliklerinden" değil, özne olanağının dil-denilenle ilişkiye giriş biçiminden kaynaklanmaktadır...
5-Yumakla oynayan bir kedinin giderek yumağın içinde kaybolması gibi, insan denilen de dil-içinde giderek kaybolmuştur ve yumağın "kör-düğümleri" içinde "düğümlü-kalmıştır"...
6-İşte bu nedenle, "yumağın-düğümledikleri" olarak bir-birleriyle konuşmaya çalışan insanlar, "körler-sağırlar" diyalogunu yaşamaktadır...
7-Anlamak veya anlaşmak, hazır-olmuş bitmiş bir şey-durum değil, "yaratılması-gereken" bir süreçtir ve bunlar ancak ve ancak "yolda-yaratılır"...
8-İki türden "anlayışsızlık-vardır", birincisi özne-olanağının "anlamaya-çalıştığı" karşısında sahip olması gereken donanımın yetersiz oluşu, diğeri de "paradigmal-körlüklerdir"...
9-Örneğin, "evrim-kuramını" anlamaya çalışan birinin bu uğurda asgari-düzeyde de olsa, anatomi ve fizyoloji bilgisine ihtiyacı vardır veya marksın kapitalini anlaya-bilmesi için, "ekonomi-biliminin" temel kavramlarına hakim olması gerekir, değilse ne evrim kuramını ne de kapitali anlaya-bilecek durumda değildir
10-Öte yandan "yaradılışa-inanan" birinin bu "inanış_paradigma" biçiminin gözlüğünden baktığı sürece, evrim kuramını anlaması mümkün değildir, o sadece ve sadece "yaradılışçı-açıdan" evrimi anlar ama anladığı "kuramın-kendisi" değildir. Aynı şekilde, niçe-denilene bir-takım paradigmal- yapıların gözlüğünden bakan birinin, niçe-denilende anladığı sadece ve sadece, o paradigmasının-göstereni ka-dardır...
11-Sonuç-olarak, "anlama-niyetini" taşıyan bir kişi iki-temel kaygı taşımalıdır, birincisi, anlamaya-çalıştığı için, "gerek-yeter" koşulları/donanımı edinip, "mevzunsuna" hazır hale gelmek, diğeri de, "paradigmalarının" ona dayattığı "at-göstereni" gözlüklerinden "so-yunabilmek"...
12-Bu iki gerek ve yeter şartı yerine getirmeyen bir kişi "sonuna kadar "A N L A Y I Ş S I Z D I R" ve işin daha da "pis-tarafı" bu "anlayışsızlığını" görebilecek "olgunluğa-da" sahip değildir, "anladığını-sanarak" hem kendisini kandırmaya devam eder, hem-de "karşısındakine" vakit kaybettirir...
"Son sözler önsözde yazılmıştır"
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder